Ahmet Haşim
On beş sene evvel, bir tatil
haftasını geçirmek için Bursa’ya gitmiştim. Üç dört saatlik hazin, kirli,
eğlencesiz bir vapur seyahatinden sonra ovalar içinde iri bir tırtıl
ağırlığı ile sürüklenen ufak bir şimendifer (=tren) beni aynı günün akşamında,
karanlık bir duvar gibi semalara kadar yükselen Keşiş’in (Uludağ) eteğindeki
yeşil şehre bırakmıştı..
O sıralarda İstanbul’un yazar gençleri arasında
(mimari) bir milliyet-perverlik (=milliyeçilik)hüküm sürüyordu. Herkes evvelce işitilmemiş
eski bir mimar ismini bulmakla iftihar ediyor, makaleler ihtiyar mermerlerin
mana ve asaletinden bahsediyor, şiirler kemer ve sütunların güzelliğini
söylüyordu. Edebiyat lisanı duvarcılık ve marangozluk tabiratı (=tabirleri) ile dolmuştu.
Türk münakaşaları ile ca-be-ca (=yer yer) dostluklar teessüs ediyor(=kurulmak), düşmanlıklar vücut
buluyordu. Ben bile bir akşam Köprü’den İstanbul’a geçerken ince ve hafif
minareleri altın semalara teressüm eden(=resmedilme) Yenicami’nin mimarisine dair bir
münakaşa yüzünden eski bir mektep arkadaşımla müddet-i hayat(=ömür boyu) için
bozuşmuştum..
Milli şuurun uyandırdığı deruni kuvvetler henüz
büyük felaketlerin çekiciyle dövülmemiş, bugünkü rüştünü(=olgunluğunu) bulmamıştı. Bu
kuvvetler havai fişekler şeklinde, hayatın gecesinde renkli ateşlerden
seyyal nakışlar çizdikten sonra dağılıp gidiyordu..
O sıralarda Bursa’da benim de ne yapacağım tabi
belliydi: Abideleri görmek, nakışlar ve çinilere dair tetkikatta bulunmak,
sormak, düşünmek, not almak ve nihayet mimarinin (tarih) ve (ebed)i hakkında
az çok uydurma yeni bir keşifle zengin, müstakbel münakaşalar için yerinde
toplanmış kuvvetli vesikalarla silahlı olarak İstanbul’a dönmekti. Öyle
yaptım..
Çekirge’de Hüdavendigar türbesini ziyaret
ettim. Türbedarın bana üç yüz senelik diye gösterdiği bir Kuran’ın yazı ve
tezhibine takdir ve hayretle baktım. Türbenin kutsi Ulu’su Sultan’ın ceylan
derisinden bir seccade, bir zırh gömlek ile bir miğferden ibaret cengaverane
metrukâtına (=miraslar) haşyetle (=korku ve dehşet) ellerimi dokundurdum.
Fransız Konsolosluğu
girişi. Kapının iki yanındaki çini çeşmeler konsolos Gregorie Bay tarafından yaptırılmıştı.
Gregorie Bay varlıklı bir Ermeni ailenin çocuğu olarak 1851’de Bursa’da
doğdu. Babasının ipek fabrikası vardı ve ipek ticareti yapıyordu. Babası
onu 1866’da şirketi temsil etmesi için Fransa’ya gönderdi. Orada bir
süre gazetecilik yaptı. 1873’de Anadolu’ya dönüp ticarete atıldı ancak
ilgi duymadığı için bir süre sonra bıraktı. 1878’de Bursa’daki Fransız
konsolosluğunda işe girdi. 1885’de Fransız uyruğuna geçip İstanbul’daki
konsoloslukta çalışmaya başladı. 1900’de Bursa’da konsolos yardımcısı
oldu. 1911’de başkonsolos olarak emekli oldu. 1914’de Bursa’da öldü.
Fransızca, Türkçe, Arapça, Ermenice, Rumca biliyordu, edebiyata
düşkündü. Osmanlı İmparatorluğu’nun çeşitli yerlerine yaptığı gezilerde
aldıklarıyla evini süsledi.
Muradiye’ye gittim. Türbenin rengarenk çini bahçesinde, erimiş
yakuttan kırmızı lale ve karanfillerin havasında uzun müddet oturarak
düşündüm.
Diğer bir gün Yeşil Cami’ye gittim. Duvarları
kaplayan yeşil çiniler bu mabedin içine esrarengiz bir denizaltı aydınlığı
veriyordu. O aydınlıkta kayyımla karşı karşıya oturarak nakışlar ve oymalar
hakkında uzun uzun konuştuk. Kayyım “Garip şey” diyordu, “bir zamandan beri
İstanbul’dan gelenler hep bana sorduğunuz sualleri soruyor”. Ecnebilerin
ziyaret ettiği camilerdeki sarıklı hademelerin çoğu gibi bu hoca da zeki,
geveze ve saffetsizdi. Bana caminin Vefik Paşa zamanında Döpar Willie
isminde bir Fransız mimarın nezareti altında, gömülü olduğu topraklardan
çıkarılıp tamir edildiği zaman çalınmış olan çinilerden bahsetti.Ve bu iş
hakkında daha fazla tafsilat (=açıklama) almak istiyorsam Bursa’da elli altmış seneden
beri yerleşen, Türk muhibbi (=dostu) ve Türk-kari sanat meraklısı, mütekait Fransız
konsolosu Greguvar Bay (Gregoire Baille) ismindeki
zatla
görüşmemi tavsiye etti. Bu ismi ilk defa işitmiyordum, birçok Fransız
muharrir (=yazar) ve ediplerin şarka dair yazılarında bu isim, güller ve çiniler
arasında yaşamak ve ölmek için Bursa’da inzivayı ihtiyar etmiş garip bir
sanat mecnununun ismi olarak geçiyordu. Ziyaret için müsaade istemek üzere
kendisine yazdığım mektuba aynı günde cevap aldım. Ferdası günü öğleden
sonra Setbaşı’ndaki evinde bana muntazır olacaktı (=beni bekleyecekti)..
Bay (Baille) beni bahçesinde, çınar ve dut
ağaçlarının gölgesinde kabul etti. Sigaralar yaktık, kahveler içtik. Biraz
sonra gümüş bir tepsi içinde (ahududu) şerbeti getirdiler. Işıkta parıl
parıl yanan billur kadehlerdeki buzlu, muattar (=kokulu), al mayi (=sıvı) ile boğazlarımızı
serinlettik ve sırma işlemeli ipek peşkirlerle (=havlu) dudaklarımızı kuruttuk. Biz
konuşurken ikide bir bahçenin bülbül sesleri ve serçe cıvıltıları ile dolu
yeşil derinliklerinden elinde taze dut dolu bir tabakla, başı örtülü bir
genç hanım veya kırmızı donlu bir kız çocuğu çıkıyordu. Madam Bay her birine
halis Türkçeyle: “Güle güle… Ne zaman isterseniz yine gelin.. Kendi bahçeniz
gibi..” diyordu..
Mösyö Greguvar Bay’a birçok nasir ve şairlerin
kitaplarında tarifini okumuş olduğum, tarih ve edebiyata geçen köşkünü
görmek ve kendisini tanımak için geldiğimi söyledim. Zavallı adam memnun
oldu. Greguvar Bay’ın “dehadan mahrum bir nevi Piyer Loti (Pierre Loti)
olduğunu iki üç söz teatisinden (=karşılıklı konuşma) sonra anlamıştım. Piyer Loti edebiyatı bir
nevi afyondur ki, etkisine tutulanlar üzerinde ilk tesiri, onlara Piyer
Loti’yi unutturmak oluyor. Bu edebiyatın sarhoşlarından Türk, Hıristiyan,
yerli ve ecnebi birçok insan tanıdım. Bunlardan her biri Türkleri
minareleri, kubbeleri, selvileri, çubukları, kafesleri, Eyüp’ü, Boğaziçi’ni
kendisi keşfetmiş olduğuna ve kendisinden evvel bu güzellik aleminin insan
gözüne meçhul olduğuna kani bulunduğunu hayretle gördüm. Bunlar zevklerini
anlatmak için Piyet Loti’nin cümlelerinden başka cümle bulamazken Piyer
Loti’nin mukallidi (=taklidi) addolunmayı (=sayılmayı) hakaret telakki ederler(=sayarlar). Greguvar Bay
numuneleri günden güne çoğalan bu Türk muhiplerinin samimilerinden biriydi.
Yegane eseri eviydi. Zevkinin merakını tahrik edecek bir cazibesi olduğunu
öğrenmekten derin bir haz alıyordu..
Evvela köşkü gezdirdi. Bu köşkte Muradiye’nin
çinilerini takliden Kütahya’da yaptırılmış renkli bir duvar parçasından
başka dikkate layık bir şey görmedim. Zaten Greguvar Bay köşküne fazla
kıymet vermiyordu. Hayatının şaheseri bahçenin bir köşesindeki
(Gureba-hane-i Laklakan) idi. Bu gülünç tesmiyenin(=adlandırma) sebebini Greguvar Bay
bana sonra anlattı. Köşkten çıktık ve bahçenin her noktasında uzun uzun
durup konuşarak dolaştık. Her bir adımda hane sahibi bahçesinin ayrı bir
hususiyeti hakkında tafsilat veriyordu..
-Bahçeyi bakımsız buldunuz değil mi? Bahçenin bu
metruk ve perişan halini kendim istedim. Sarmaşıkların örümcek ağları
şeklinde birbirine geçip bütün ağaçları kaplaması için senelerce bekledim.
Bu ağaçlara karmakarışık saçlı insan başı manzarası vermek, dallara bu azgın
inkişafı aldırmak, hasıl (=meydana gelen) bahçeye serbest bir orman manzarası verdirmek için
bilseniz ne kadar çalıştım. Türk sanatının muhabbeti bana (tabiat)
muhabbetini öğretmiştir. Tabiatı kayda tabi görmek bana şimdi eza (=sıkıntı) veriyor.
Bir bahçe için bir ormana benzetmekten daha fazla bir güzellik tasavvuru
kabil midir? Şimdi lö nötr (Le Neutre) usulü Fransız bahçeciliği bana bir
çirkinlik ve bir manasızlık gibi görünmektedir..
Sonra bahçesindeki ağaçların ayrı ayrı hikmet-i
intihabını anlattı::
-Belki dikkat ettiniz. Etrafınızdaki ağaçlar
ekseriyetle söğüt ve selvidir. Bahçemin ölüm ve uhreviyet rayihası (=koku)
dağıtabilmesi için bu nevi ağaçları tercih ettim. Etraftan burnunuza gelen
bu mezarlık kokusu işte bu yapraklardan dağılıyor. Mezarlığı hiçbir millet
sizin anladığınız güzel tarzda anlayamamıştır. Frenk mezarlığı ölümün tatlı
ve haşin güzelliğini bozar. Ortada, sanki taşları daha dik ve köşeli yapan
buzlu bir hava dolaşır; sanılır ki her ölü süslü ve sağlam mezarının kapısı
arkasında, hodperestane (=kendini beğenmiş) bir hışımla saklanmış, muacciz zaire (rahatsız
eden ziyaretçi) saldırmaya
hazırlanmış bekliyor. Hıristiyan mezarlığının ağır sükutunda mahsus olan
adeta husumettir. Halbuki sizin mezarlıklarınızın havasında her türlü maddi
endişelerin tekallüsünden kurtulmuş bir tebessüm dolaşır. Müslüman
mezarlığında insan her ölü için durup ağlamak ister, her ölü o kadar munis
ve cana yakındır. Mezarlıklarınızı şehirlerin ortasında kurmakta haklısınız.
Bunlar öyle bahçelerdir ki ağaçlarının yetiştirdiği meyvalar, yaşayanların
tatması lazımgelen his ve fikir meyvalarıdır. Bahçeme mezaristan kokusunu
neşredecek ağaçlar dikmekle baharını hazanla tadil etmek ve ona her mevsim
için fikrin acı lezzetini vermek istedim..
Bahçenin ötesine berisine dağılan, tepesi sivri,
altı geniş, kısa çamlardan birinin önünde durup anlattı::
-Bu çamları sebepsiz bahçeme dikmedim. Türkçe
ismini maalesef bilmediğim bu ağacı dönen Mevleviye benzettiğim için
severim. Bakınız bu çam, deveran havasında açılmış bir Mevlevi tennuresini(=Mevlevi
dervişlerin eteği)
andırmıyor mu? Bu çamlara baktıkça sanıyorum ki bahçem azim bir sema-hanedir
ve içinde nebati Mevleviler ca-be-ca(=yer yer), kendinden geçmiş, bülbüllerin
ahengiyle dönüyor..
O sırada yan yana birkaç odadan ibaret
harap bir ufak binanın önüne gelmiştik. Mösyö Greguvar Bay:
-İşte Gurebahane-i Laklakan! dedi. Biliniz ki
bahçemin bu köşesi hakikat şeklini almış kendi hayalimdir. Bu harap üç
odayla onları çeviren bu bahçe köşesinde ömrümün bu son günleri sükun ve
tahayyül (=hayalde canlandırma) içinde geçiyor. Fırsat buldukça buraya iltica ederim. Zevcem bile
bana burada refakat etmez. Bu inzivagahta arkadaşlarım yalnız sakat ve
ihtiyar bir iki leylektir. Bilmem Bursa’yı gezerken gördünüz mü? Haffaflar(=ayakkabıcılar)
Çarşısı’nın ortasında bir meydan var. Bu meydan malul (=sakat) bazı hayvanların dar-ül-acezesidir(=düşkünler
evi).
Kanadı veya bacağı kırık olan leylekler, bunamış kargalar, kör ve sağır
baykuşlar burada halkın sadakası ile iaşe edilir (=beslenir). Haffaf esnafının aylıkla
tuttuğu belki yüz yaşında, baktığı sakat leylekler kadar amelmande (=sakat) bir
ihtiyar, toparlanan sadaka parası ile her gün işkembe alır, temizler,
parçalar ve insan merhametine iltica eden bu zavallı kuşlara dağıtır. Haffaflar Çarşısı’ndaki sakat leyleklerin bir iki tanesini buraya aldım. Ben
de artık bir ihtiyar sakat leylekten başka neyim? Bu köşe onlar ve benim
için bir gurebahanedir (=garipler yurdu). Son günlerimizi burada birlikte yaşayıp bitireceğiz.
Onun için paviyona (=köşk) Gurebahane-i Laklakan ismini verdim..
Filhakika(=hakikaten) kanatları kırık bir leylek, beyaz
elbiseler giyinmiş bir hasta gibi uzakta, ağaçların arasında melul melul
dolaşıyor ve ikide bir, dallar ve yapraklar arasında görünen mavi ve serbest
sema parçalarına kırmızı yuvarlak gözleriyle durup bakıyordu..
Paviyonun(=köşkün) üç basamaklı tenha merdiveninden
çıkarak birinci odaya girdik. Girdiğimiz oda Sadi Odası’ydı. Muhteviyatı
itibariyle Türk-kari eşya satan antikacı mağazalarından hiç farklı olmayan
bu küçük odanın dört duvarı yerden tavana kadar çinilerle kaplıydı. Sadi’nin
bir İngiliz tarafından Hindistan’da elde edilen meşhur bir şiiri, çini
üzerine, gayet güzel bir talik(=Arap harfi ile yazılan bir yazı) ile yazılmış, kapıya karşı gelen duvarı
boydan boya kaplıyordu. Çininin diğer nakışları grift(=karışık) güller, yapraklar ve
bülbüllerdi. Bu oda adeta cansız ufak bir gülistandı. Ona kokularını,
seslerini gölgelerini dışarıdaki bahçe gönderiyordu..
Greguvar Bay hararetle anlatıyordu::
-Bu çinileri en meşhur çinilerden istinsah(=çoğaltmak)
ettirdim. Sadi’nin bu şiirini Hattat Hafız’a yazdırdım. Bu adam Türk hat ve
tezhibinin Bursa’da son üstadıdır. Çarşıda küçük bir dükkânda, son
şaheserlerini, artık güzelliği anlamayan bir neslin lakaydisi(=ilgisizlik) içinde vücuda
getiriyor. Bu adam ihtiyardır ve açtır. Neredeyse ölecek. Gidiniz, tanıyınız
ve teselli ediniz..
Geçtiğimiz ikinci oda Gül ve Bülbül odasıydı. Bu
odanın duvarları da birinci gibi çini kaplıydı. Greguvar Bay odaya neden Gül
ve Bülbül ismini verdiğini anlattı::
On, on beş sene evvel beni ziyarete gelen bir
Avrupalı ile şark lisanlarının zenginliği hakkında münakaşamız olmuştu. Bu
adama demiştim ki: “Yalnız gül kelimesinin müştekatt (=kökten türeyen kelime) ve mürekkebatından (=bileşikler)
yüzlerce sıfat, yüzlerce isim vardır.” İddiamı ispat için bu odanın
duvarlarına gül kelimesiyle terkib edilen bütün kadın isimlerini yazdırdım.
Gülizar, Gülbu, Gülruh, Gülçehre……
Bu isimler nefis bir sülüsle, ufak renkli
daireler içine yazılmış ve çininin muhtelif nakışları içine dağılmıştı. Gül
ve Bülbül odası da Sadi gibi eski Türk sanatkarlarının el işleriyle, mercan
ve fildişi saplı bağa kaşıklar, oklar, leğen ve ibrikler, gümüş aynalar,
mangallar, nargileler, halı parçaları, kitap ciltleri ve buna benzer eşya
ile dolu idi..
Greguvar Bay her parçayı itina ile eline alıyor,
aydınlığa tutuyor ve her noktası hakkında bedii (=estetik) ve tarihi birçok tafsilat
veriyordu. Her odanın ziyareti bir saat sürmüştü. Üçüncü ve sonuncu odaya
geçtik. Bu oda Vefik Paşa odasıydı..
-Merhum Vefik Paşa dostumdu. Bursa’yı
hatıratiyle doldurmuştur. Onun için Türk sanatını ve Bursa’yı sevenler için
bu vezirin hatırası azizdir. Güneşe kavuşturduğu Yeşil Cami onun bu şehre
bir hediyesidir. Tamirden evvel Yeşil Cami bir harabe, bir mezbele idi.
İçerisi toprakla, molozla dolu ve kubbesi birçok yerlerinden çatlamış,
yıkılmak üzereydi. Tamiri müşkül bir meseleydi. Vefik Paşa bu iş için
Fransa’dan meşhur mimar Döpar Willie’yi Bursa’ya celbetti(=getirtti). Döpar Willie cami
içini temizletmekle işe başladı. Caminin yeşil çini hazinesi işte bu
ameliyeden sonra hayran gözlerimize inkişaf etmiştir. Sonra kubbesi demir
çemberlerle tutturulup çatlaklara çimento dökülerek kubbe tahkim edildi. Pek
eski bir abide olan Yeşil Cami’nin bu yenilik hali işte bu tamirden ileri
geliyor. Döpar Willie Yeşil Cami’nin tamiratı münasebetiyle tetkik ettiği
Türk mimarisi hakkında kıymetli bir eser yazmıştır. Bu eserin nüshaları pek
nadirdir. Bana hediye ettiği nüshayı köşkte, eski bir Türk cildi içinde
muhafaza ediyorum. Zannederim ki İstanbul’da Müzehane Kütüphanesi’nde bu
kitabın bir nüshası daha vardır..
Bu odanın tavanını eski bir Türk konağının
harabesinden satın aldım. Ve dağıtmadan, olduğu gibi yerinden söküp buraya
taşımak ve buradaki yerine yerleştirmek için bilseniz ne zahmetlere
katlandım, ne fedakarlıklara razı oldum. Bakınız… Aradan geçen bunca
asırlara rağmen hala renkleri altınları, oymaları bozulmayan bu tavan tek
başına bir medeniyet ispatı değil midir??
Bütün bu eşya ve mimari etrafındaki gezintiden
ve duruşlardan Vefik Paşa odasına kadar ziyaretçinin nasıl yorulacağını
tahmin etmiş gibi, Greguvar Bay, bahçeye ve uzakta Nilüfer Ovası’na nazır
Türk-kari demir parmaklıklı pencerelerin önüne yumuşak ve derin sedirler
koydurmuştu. Kendimi bu sedirlerden birine atarak bir müddet dışarıdan gelen
yaprak hışırtılarını ve dereden akan su şırıltısını gözlerimi kapayarak
dinledim. Greguvar Bay’ın Türk sanatını sevişi ve anlayışı birçok
Frenklerinki gibi hoşuma gitmemişti. Fikrimi açıkça söyledim::
-Mösyö Bay, bilmiyorum niçin, siz ecnebilerin
Türk sanatını ve alelumum (=herkese ait) Şark sanatını takdir edişinizde izzet-i nefsi (=onuru) cerihadar eden (=yaralayan) bir şey var. Görmekten geldiğimiz Gül ve Bülbül odasında iken
bana eski bir leğen kapağını göstermiştiniz ve bakır levha üzerinde ufak
deliklerden yapılmış nakışlara karşı, ifratı (=haddini aşmak) bile aşan bir hayretle,
mütehayyir (=şaşırmış) görünmüştünüz, fazla takdirkar olmaktan ziyade fazla mütehayyir…
Eserlerimize karşı hayretiniz, bize öyle geliyor ki, zekalarımızı istihkar
etmenizden(=küçük görmek) ileri geliyor. Biz şayan-ı hayret derecede (=şaşılacak
derecede) güzel işler yaptık. Üç
dört bin sene evvel Ehram (=piramitler) yapılmış, Ebulhevl(=Mısır'daki
sfenks) yontulmuş, Lüksor Mabedi’nin
sütunları dikilmiş ve bütün bunlar bizim gibi iki kollu, iki bacaklı fakat
tecrübe ve ilimce bizden namütenahi (=sonsuz) derecede dün olması gelen insanlar
tarafından yapılmış iken, bugün veyahut üç yüz sene evvel bu bakır levhayı
süslü bir dantela haline koymuş olmakla bir insan için acaba şayan-ı hayret=şaşılacak)
ne olabilir? Mucizeler, vesaitin (=araçlar) iptidai olduğu devirlerde olurdu. Bugün ise
insan için uçmak bile mucize değil! Şu kadar bin kiloluk bir sıkleti,
eskiden kervanların on günde kat edemediği mesafelere bir saniyede
fırlatmakta bile artık bir fevkaladelik yok. Belki kunduzun dişleriyle ağaç
rendelemesi şayan-ı hayrettir fakat insanların bir bakır levhayı oyması hiç
öyle değil!!
Muhatabım biraz düşündükten sonra,
samimiyetinden şüphelendiğim tatlı bir eda ile, itirazlarıma cevap verdi:
-Hayret etmemek için sebep olarak saydıklarınız
bizi bilakis hayrete sevk ediyor. Zamanımızda her işi makineye terk eden
insan eli artık kendi maharetiyle güzelliği yaratmakta izhar-ı aczediyor (=beceriksizlik
gösteriyor).
İnsan eseri olan makine insan elini adileştirmiş ve küçültmüştür. Eski
ellerin güzel eserlerini gördükçe bugünkü mütereddi(=soysuzlaşmış) insan elinin vaktiyle
nelere muktedir olmuş olduğunu düşünüp istiğrab etmemek mümkün değildir. Eski
Mısır, Babil, Yunan ve Fenike eserleri, eski Arap ve İran masnuatı (=sanat
eserleri) bizi
bugün hep bu düşünceyle hayret ettiriyor. Hayretimiz bugünkü insan elinin
aczinden münbaistir (=ileri gelir). Bunun içindir ki devasa makinelerle kolayca açıldığını
bildiğimiz Panama Kanalı’na karşı lakayt ve müstağni (=ihtiyaç duymayan) kalan hayalimiz iki yüz
sene evvel Bursa’da, Konya’da, İzmir’de bir genç kız elinin işlediği ipek
çerçevenin iptidai sırma nakışları önünde zevkle teheyyüç (=heyecanlanma) ve hayrete
düşüyor..
Bu bahis üzerine bir iki fikir daha teati
ettikten sonra Vefik Paşa odasından çıktık. Artık akşam olmuştu. Dışarıda,
bahçeye nazır, üstü örtülü bir taraçada küçük bir iskemle üzerinde kar-ı
kadim (eski zaman işi) büyük bir sini duruyordu. Sininin üstünde dairenmadar tahta kaşıklar
ve etrafında küçük minderler vardı. Yapraklar içinde kaybolan mermer bir
levha üzerinde Piyer Loti’nin bu sofrada Yeşil Cami imamları ile iftar
ettiği akşamın tarihi hakkedilmişti. Madam Bay bize çayı Gurabahene-i
Laklakan civarında, her tarafı gül yaprakları içinde kalan bir kameriyede
hazırlamıştı. Eski saz sandalyelere uzandık. Nefis bir Çin çayından yudumlar
içerek etrafa tekasüf eden(=yoğunlaşan) akşam lacivertliğine ve bir köşesine ince bir
hilalin teressüm ettiği (=resmedilme) yeşil semaya daldık ve sustuk..
Uzaktan su ve ezan sesleri geliyor, hava akşam
dumanlarının ailevi kokuları ile doluyordu. Yarasalar bize dokunacak kadar
yakın geçiyordu. Uhrevi ve sert kokularını daha kuvvetle neşretmeye başlayan
bahçenin her tarafından şimdi yeşil Mevleviler daha vecd(=kendinden geçme) ile daha rahatla
dönüyordu..
Bursa’dan ayrıldıktan sonra Greguvar Bay’dan bir
daha bahsedildiğini işitmedim. Bursa’da vefat ettiğini pek çok sonra
öğrendim..
Yeni Mecmua- Bursa Özel Sayısı - 1923
|