Ne 1. Murat Camii, ne 2. Murat Camii, Orhan Camii, Yeşil Camii, Yıldırım
Camii...bunlar cami değildir. İçinde namaz kılınabilecek bölümü olan birer
yönetim yeri, sosyal yaşam özeği, bir kültür özeğiydiler. Bunun bir kanıtı Celal
Esar Arseven'in Orhan Camii hakkındaki şu satırlarıdır: Orhan Camii, aynı
zamanda hükümet dairesi vazifesi gördüğü ve resmi evrak barındırdığı için
Bursa'yı alan Karamanoğlu Mehmet tarafından yaktırılmıştır. (Cengiz Bektaş,
Bursa Defteri, sayı 1, s. 50) |
Türkler'in eline geçtiği 1326 yılında, henüz bir Anadolu Türkmen Beyliği
düzeyinde olan Osmanlı Devleti'nin ilk "payitahtı", bir yandan söz konusu
siyasi kuruluşun beylikten imparatorluğa doğru gelişen çizgisinin hareket
noktası olmuş, buna paralel olarak da kültür ve sanat tarihimizde Anadolu -
merkezli Selçuklu ve Beylikler devirleri Türk kimliğinin çok uluslu Osmanlı
kimliğine dönüştüğü bir pota görevini üstlenmiştir. Bu arada mimarlık
tarihimizdeki yeri açısından Bursa'ya baktığımızda bu şehrin, Osmanlı
mimarisinin ilk üslup arayışlarını ve tereddütlerini yaşadığı, farklı kültür
coğrafyalarından kaynaklanan çeşitli etkileri kabullendiği, bunları
özümseyerek icad ettiği yeni terkipleri, daha sonraki dönemlerde
göremediğimiz bir heyecan ile (Tanpınar'ın tabiriyle "fetih günlerinin saf
neşesi" içinde) gerçekleştirdiği bir tür laboratuvar olduğunu fark ederiz.
Türk mimarisi tarihinin zaman ve mekân bakımından en geniş aşaması olan,
ayrıca özellikle Fatih devrinden itibaren Türkler'in yanısıra "pax ottomana"
(Osmanlı tipi barış) içinde yaşayan diğer birçok kavmin de ortak malı olan
Osmanlı mimarisi ilk önemli eserlerini Orhan Gazi devrinde Bursa ve yakın
çevresinde vermiş, bu şehir kendisinden sonra başkent sıfatını kazanan
Edirne'de, II. Murad'ın 1437 - 1447 yılları arasında, merkezi planlı selâtin
camilerinin ilk örneği olan ve Koca Sinan'ın ilginç bir rastlantı sonucunda
yine Edirne'deki Selimiye Cami ile en üst düzeye taşıyacağı klasik üslup
döneminin kapısını açan Üç Şerefeli Camii inşa ettirmesine kadar Osmanlı
mimarisindeki gelişmelerin yönlendiricisi olmuştur. Bir başka deyimle, bir
yandan Osmanlı mimarisinin, 1326'yı izleyen bir yüzyıllık süre zarfında
Bursa başta olmak üzere, Anadolu ve Rumeli topraklarında gerçekleştirdiği
birikim, diğer taraftan aynı dönemde, coğrafi konumları ve bunun sağladığı
açılım imkânları sayesinde diğer bazı Batı Anadolu beyliklerinde özellikle
Aydınoğlu ve Saruhanoğlu topraklarında ortaya çıkan cesur ve özgün atılımlar
Edirne' de Üç Şerefeli Cami ile Türk mimarisinin en özgün ve güçlü
sentezinde düğümlenmiştir.
Orhan
Gazi'nin, şehri fethetmesini müteakip başlattığı yoğun imar faaliyeti II.
Murad'ın 1426 tarihli Muradiye Külliyesi'ne kadar aynı yoğunlukta devam
etmekte, bu tarihten sonra kuruluşu XVI. yüzyıl sonlarına ait olmakla
birlikte XIX. yüzyılda tamamen yenilenen Emir Sultan Külliyesi dışında
Bursa' da geniş kapsamlı mimari uygulamaya rastlanmamaktadır. Çelebi Sultan
Mehmed'in Ankara Meydan Muharebesi ile dağılan Osmanlı Devleti'ni kısa bir
süre sonra tekrar toparlanmasından sonra, II. Murad devrinde Anadolu'da ve
Balkanlar'da tekrar hızla büyümeye başlayan devletin, siyasi hayatta olduğu
gibi kültür hayatında da ağırlık merkezini Bursa'dan Edirne'ye kaydırdığı
hissedilir.
Tahta geçen padişahın, Bursa ve Edirne'de inşa ettirdiği Muradiye camilerin,
Bursa'da 1339 - 1340 tarihli Orhan Gazi Camii'in getirdiği yeniliklere pek
bir şey katmamasına karşılık, Osmanlı mimarisinde yepyeni bir çığır açan Üç
Şerefeli Camii Edirne'de inşa ettirmesi, Bursa'nın elindeki meşalenin artık
Edirne'ye geçmiş bulunduğunu kanıtlamakta, yakın bir gelecekte İstanbul'u
fethederek kendine başkent edinecek olan Osmanlı'nın gözünde, İstanbul yolu
üzerindeki Edirne'nin artık daha fazla önem taşımaya başladığını
göstermektedir. Sonuçta Bursa'da bulunan mimari eserlerin incelenmesi erken
dönem Osmanlı mimarisinin gelişme çizgisindeki belli başlı durakları
izlemeyi, ayrıca Fatih devrinden Cumhuriyet'e kadar İstanbul merkezli olarak
ömrünü devam ettirecek olan Osmanlı mimarisini diğer Türk mimari
üsluplarından farklı kılan bazı temel özelliklerini tespit etmeyi mümkün
kılmaktadır.Camiler ve Mescitler:
Bursa ilinde bulunan camiler ve mescitleri, tasarımlarına göre, yalından
gelişmişe doğru şu şekilde sınıflandırmak mümkündür:
Çatılı camiler ve mescitler:
İstanbul
mescitlerinin büyük çoğunluğunda kâgir duvarlı ve kırma çatılı tasarımın
kullanılmış olmasına karşılık Bursa'daki mescitlerde kare planlı ve tek
kubbeli tasarım tercih edilmiştir. Yine de bu şehirde duvarları moloz taş,
almaşık veya hımış örgülü, üstleri kırma çatı ile örtülü mütevazi mahalle
mescitlerine rastlanır.
Tek kubbeli camiler ve mescitler:
Çoğunlukla
mahalle ölçeğinde tasarlanmış ufak boyutlu camilerde ve mescitlerde, bazen
de İznik'teki Yeşil Cami gibi daha geniş kapsamlı camilerde uygulanan bu
şemanın kökeninde XIII. yüzyılın Selçuklu mescitleri yatar. Günümüzde hemen
hepsi cami olarak kullanılan bu tür yapıların önemli bir kesimi başlangıçta
mescit olarak tasarlanmış, daha sonra içlerine minber eklenmek ve
vakfiyelerinin kapsamı genişletilmek suretiyle camiye dönüştürülmüştür. Söz
konusu yapılar kare planlı ve kubbeli bir harim ile bunun girişindeki son
cemaat yeri revağından meydana gelmekte, minare ise bu iki bölümü ayıran
duvarın doğu veya batı ucunda yer almaktadır. Kubbeye geçiş prizmatik
üçgenler kuşağı, pandantifler veya tromplar ile gerçekleştirilmiştir.
Bursa'nın fethedildiği yıl (1326) Hisar semtinde inşa ettirilen Alâeddin Bey
Camii, bu cami tipinin en eski örneğidir. Osmanlı döneminde kendi türünün
ilk örneği olan son cemaat revağının tuğladan sivri kemerleri devşirme sütun
başlıklarına oturmaktadır. Bursa'da özellikle XV. yüzyılın ikinci yarısında,
birbirine benzeyen, bu şehre özgü bir mescit tipi ortaya çıkmıştır. Kare
planlı ve kubbeli bu yapıların ortak özellikleri, üç birimli, yanlardan
kapalı ve geometrik tuğla - taş bezemeli bir kalkan duvarına sahip son
cemaat yerleridir. Sitti Hatun Mescidi ile Tuz pazarı Mescidi Fatih
döneminden iki örnek olarak zikredilebilir.
Bursa'nın doğu
kesiminde, şehre hakim bir mevkide yer alan Emir Sultan Cami ve Külliyesi,
Yıldırım Bayezid döneminde, 1391'de Buhara'dan gelerek Bursa'ya yerleşen
"Emir Sultan" lakaplı Seyyid Muhammed Şemseddin Buharî'nin (ö. 1429) adını
taşımakta ve türbesini barındırmaktadır. Zamanın ileri gelen bilginlerinden
ve Sufilerinden olan Emir Sultan Kübreviyye tarikatının Nurbahşiyye
kolundadır. Zamanında önemli bir tarikat külliyesi olan bu topluluğun
merkezindeki cami, Yıldırım Bayezid'in kızı ve Emir Sultan'ın eşi olan Hundi
Fatma Hatun tarafından XV. yüzyılın ilk yarısında inşa ettirilmiş, 1795 -
1796 depreminde harap olmuş ve III. Selim tarafından 1804 - 1805'te yeni
baştan yaptırılmıştır. Bursa'daki tek kubbeli camilerin en büyüğü olan
yapının harimi, tromplu ve yuvarlak kasnaklı bir kubbe ile örtülüdür. Tromp
kemerlerini taşıyan duvar payeleri cepheleri hareketlendirmekte, alt kesimi
kesme taş örgü, üst kesimi almaşık örgü ile işlenmiş olan cephelerin
ekseninde yer alan ve Bizans yapılarında olduğu gibi, saçak hattından yukarı
taşan kemerler camiin inşaatında Rum asıllı kalfaların çalıştığını
düşündürmektedir. Elli küsür pencere ile aydınlanan harimin kuzeybatı ve
kuzeydoğu köşelerinde yükselen, kesme taş örgülü minarelerin kare tabanlı
kaideleri beden duvarlarının üst hizasına kadar devam etmekte, silindir
biçimindeki gövdeler doğrudan bu kaideleri oturmaktadır. Enine dikdörtgen
planlı şadırvan avlusunu kuşatan revağın bağdadî sıvalı kaş kemerleri ile
yanı şekilde bağdadî sıvalı aynalı tonozları 1868 - 1869'da Abdülaziz
tarafından yaptırılmıştır. Avlunun kuzeyinde, mihrap ekseninde, aynı yıl
yenilenmiş olan Emir Sultan Türbesi yükselir.
Çok Birimli Camiler:
Bağımsız örtü
öğelerine sahip birimlerden oluşan ve bazı kaynaklarda "çok kubbeli camiler"
olarak da anılan bu cami tipi Anadolu Türk mimarisinde, Osmanlı döneminden
çok önce ortaya çıkmıştır. Anadolu'da söz konusu cami tipinin gelişimi,
İslâm mimarisinin en eski cami tipini temsil eden destekli ve ahşap örtülü
yapılarda, örtünün kâgirleşmesi, önceleri mütemadi beşik tonozlar ile
kapatılan sahınları zamanla kare ve dikdörtgen birimlere bölünerek kubbe ve
tonozlar ile taçlandırılması şeklinde özetlenebilir. Bu tür camiler
kalabalık yerleşim birimlerinde, özellikle Cuma ve Bayram günlerinde çok
sayıda insanın birlikte namaz kılması için tasarlanmış ve bu yüzden
genellikle "ulu cami" olarak adlandırılmışlardır.
Bursa'da söz
konusu cami tipinin ilk uygulaması 1366 civarında I. Murad'ın yaptırdığı
Şahadet Camii'dir 1855 depreminde hasır gördükten sonra 1890'da,
küçültülerek ve dönemin eklektik zevkine uygun (neorönesans ve neogotik
üsluplarında) birtakım ayrıntılar ile donatılarak yeniden inşa edilen
bugünkü harim, kıble ekseninde sıralanan kare planlı ve kubbeli iki birimden
oluşmakta, aslında bunların yanlarında ikişer tane dikdörtgen planlı ve
tekne tonozlu birimin daha bulunduğu anlaşılmaktadır.
Yıldırım
Bayezıd'ın 1396 - 1400 arasında inşa ettirdiği Ulu Camii, tasarımının
basitliğine rağmen gerek devasa boyutları gerekse de iç mekânda ve
cephelerde hissedilen ahenkli oranları ile adına yakışan bir görkeme
sahiptir. Kesme taş duvarların kuşattığı harim yaklaşık 55 x 70 m.
boyutlarında bir alana yayılmakta, yirmi adet kare planlı (yaklaşık 10.50 x
10.50 m.) ve kubbeli birimden meydana gelmektedir. İçeriden pandantifler,
dışarıdan sekizgen kasnaklar ile donatılmış bulunan kubbelerin yükü,
birimleri ayıran sivri kemerler aracılığı ile iri payelere ve duvarlara
aktarılmıştır. Kuzey
cephesinin ekseninde, mihrabın tam karşısında yer alan, beyaz mermerden
mamul taçkapı, anıtsal boyutları ve mukarnaslı kavsarası ile Selçuklu
örneklerini hatırlatır. Ancak Selçuklu dönemine oranla burada süslemenin çok
daha az ve yalın tutulmuş olduğu dikkati çekmektedir. Diğer taraftan
cepheler, harimdeki birimlere tekabül eden sivri kemerli sığ nişler ile
çerçevelenmiş, bunların içine iki sıra halinde dörder pencere
yerleştirilmiş, böylece bir yandan bol ışığa kavuşan ve çevresi ile görsel
bağlantısı güçlenen iç mekânın tasarımı kitlenin dışını yansıtılmış, ayrıca
bu cami tipinin Osmanlı döneminden önceye ait örneklerinde gözlenen sağır ve
durağan cepheler hareketlendirilmiştir. Ayrıca mihrap - taçkapı eksenindeki
kubbe kasnakları diğerlerinden bir miktar daha yüksek tutulmak suretiyle bu
yapı tipinde kaçınılmaz olan hantal kitle biraz olsun hafifletilmeye
çalışılmıştır. Giriş cephesinin köşelerinde yükselen, silindir biçimindeki
tuğla minarelerden doğudaki, cami kitlesinden bağımsız, kare tabanlı bir
kaideye oturmakta ve Çelebi Sultan Mehmed tarafından eklendiği rivayet
edilmektedir. Batı minaresinin yapıya bitişen sekizgen tabanlı kaidesi Bursa
kemer nişler ile donatılmıştır.
Mihrap
duvarından itibaren üçüncü sırada yer alan birimlerin yan duvarlarında,
sivri beşik tonozlu küçük eyvanların içinde basık kemerli birer tali giriş
bulunmakta, bunların ekseni ile mihrap - taçkapı ekseninin kesiştiği birimin
kubbesi ise, iç avlu geleneğini yaşatan ve açıklık ile donatılmış
bulunmaktadır. Söz konusu açıklığın altında, geçen yüzyılda yenilenmiş olan
mermer havuzlu şadırvan ile bunu kuşatan ahşap korkuluklu sofalar harime bir
sivil mimari çeşnisi katar ve iç avlu izlenimini güçlendirir. Eski
Bursa'lılar arasında daha ziyade "Cami-i kebir" olarak anılan Ulu Camii her
zaman şehrin dini hayatında, kültüründe ve folklorunda diğer camilerden daha
önemli bir yer tutagelmiş, bu ferah mekânda Ramazan aylarında Bursa'nın en
ünlü hâfızlarının okuduğu mukabeleler, şadırvan havuzundaki fıskiyeden
etrafa yayılan su seslerinin eşliğinde dinlene gelmiştir.
Ulu Cami'nin
hariminde günümüze ulaşan özgün bezeme unsurları, mihrabın mukarnaklı
kavsarası, doğuya açılan kapının geometrik bezemeli kanatları ve ahşap
minberdir. Kündekâri tekniği ve bezemeleri ile Selçuklu geleneğini sürdüren
minberin üzerindeki kitabelerde 802 (1399 - 1400) yılında el-Hac Muhammed
bin Abdülaziz el-Dıkkî tarafından yapılmış olduğu belirtilmiştir.
Kalemişleri gibi duvarlarda ve payelerde gözlenen iri boyutlu (celî) hat
kompozisyonları da XIX. yüzyılın ürünüdür.
Tabhaneli /
zâviyeli camilerin genel özelliklerini paylaşan Yeşil Cami, son cemaat
yerinin tamamlanmamış (veya yapımından vazgeçilmiş) olması ve sofanın
kuzeyindeki küçük eyvanlar dışında, aşağı yukarı Yıldırım Camii'nin
tasarımını tekrar eder. Duvarların dış yüzeyli beyaz mermer blokları ile
örtülmüş, cephelerin alt kesiminde sıralanan pencereler ile kuzey cephesinin
eksenindeki taçkapı, bazıları Timurlu sanatının etkilerini yansıtan çok
gösterişli taş bezemeler ile zenginleştirilmiştir. Giriş cephesi, üst sırada
yer alan, hünkar mahfiline bağlı mekanlara ait, Bursa kemerli ve geometrik
şebekeli pencereler ile bir saray cephesini andırır. Belki de cephenin bu
güzelliğini örtmemek için duvardaki kemer bingilerinden önceleri düşünüldüğü
belli olan son cemaat revağının yapımından vazgeçilmiştir.
Yeşil Cami,
Osmanlı mimarisi tarihinde çok sayıda sanatçı kitabesine sahip nadir
yapılardandır. Taçkapıda, basık kemer ile kavsara arasında yer alan sülüs
hatlı Arapça kitabe yapının banisi (Çelebi Sultan Mehmed) ile inşaatın bitim
tarihinin (Aralık 1419) yanı sıra mimarının (Ahî Bayezid oğlu Hacı İvaz
Paşa) adını da verir. Sofaya açılan hünkar mahfili kemeri ile son kubbesinin
pirizmatik üçgenler kuşağı arasında yer alan diğer kitabede "nakışların"
İlyas Ali oğlu Ali tarafından 1424 Ağustosu'nun sonlarında tamamladığı
belirtilmiştir. Aynı kemerin çiniden mamul yastığında çini ustası Muhammed
Mecnun'un adı yazılıdır. Ayrıca mihrap sütunçelerinden sağdakinin üst
bitiminde "amel-i üstâdân-ı Tebriz" şeklindeki Azerbaycanlı bir sanatçı
grubunun kollektif imzası dikkati çeker.
Taçkapıyı
izleyen ve bir Bursa kemeri ile sofaya açılan eyvanın yanlarında, devşirme
Bizans başlıklarına sahip sütunları barındıran geçitler ile kuzeydoğu ve
kuzeybatı köşelerindeki tabhanelere ulaşılır. Dikdörtgen planlı ve yıldız
tonoz örtülü olan bu birimlerin güney yönünde, sivri kemerler ile sofaya
açılan, kubbeli eyvan biçimindeki birer tabhane, bunların da ötesinde,
sofaya kapalı, kare planlı ve kubbeli birer tabhane sıralanır. Güney
yönündeki tabhane birimlerinde, dilimli olarak tasarlanan ve kalem işleri
ile bezenen kubbeler mukarnaslı pandantifler ile donatılmış, kapalı tabhane
birimlerinde, Yıldırım Camii'indekine benzer alçı nişler ve ocak görünümlü
nefeslikler tasarlanmıştır. Kubbesi bir aydınlık feneri ile taçlandırılmış,
merkezine bir şadırvan kondurulmuş olan sofanın kıble yönünde, mukarnaslı
yastıklara sahip geniş bir Bursa kemeri ile sofaya açılan asıl cami bulunur.
Sofanın ve caminin kubbelerine geçiş prizmatik üçgenler kuşağı ile
sağlanmıştır. Sofanın kuzeyine, giriş eyvanının yanlarına, bazı
araştırmalarda müezzin mahfilleri, bazılarında ise devlet ricaline mahsus
mahfiller olarak yorumlanan, Bursa kemerli ve düz tavanlı eyvanlar
yerleştirilmiştir. Söz konusu eyvanlar ile giriş eyvanının üstünde, mihrap -
taçkapı ekseninde, Bursa kemerli hünkar mahfili, bunun yanlarına da, sofaya
ve dışarı açılan pencerelere sahip, aynalı tonoz ve kubbe örtülü ikişer
birim yer alır. Hünkâr mahfili ile bağlantılı bu mekânlar yapının bünyesi
içinde çözümlenmiş bir tür hünkar kasrı meydana getirmektedir. Harimin
duvarlarında, mihrabında, hünkar ve müezzin mahfillerinden ile tabhane
eyvanlarında yer alan çini bezemelerde mozayik çini ve renkli sır teknikleri
kullanılmıştır. Kapalı tabhanelerdeki alçı bezeme ile kalemişlerinden başka
ahşap kapı ve pencere kanatlarında, geometrik ve rûmîli süslemeleri ile
dikkat çeker. Ayrıca demir pencere parmaklıklarında yakın tarihte keşfedilen
gümüş kakma bezemeler kendi türlerinin bilinen tek örneğidir.
1426 tarihli
Muradiye Camii sözkonusu yapı tipinin Bursa'daki son önemli temsilcisidir.
Tabhaneli / zâviyeli cami tasarımı Muradiye Camii ile, yaklaşık bir yüzyıl
sonra, ilk olarak Orhan Camii'nde gözlenen ancak Murad Hüdavendigâr Cami -
Medresesi ile kesintiye uğrayan hareketli kitle tasarımına ve zarif son
cemaat yeri revağına tekrar kuvuşur. Aynı şekilde cephelerde de almaşık örgü
tercih edilmiştir. Kare planlı, aynalı tonoz ve kubbe örtülü beş birimden
meydana gelen son cemaat yerinde üstyapıyı taşıyan almaşık sivri kemerler
payeler ile sütunlara oturur. Revağın cephesinde kemerlerden arta kalan
yüzeyler birbirinden farklı tuğla - taş geometrik bezemeler ile doldurulmuş,
son cemaat yerine açılan pencerelerdeki sivri hafifletme kemerlerinin
mozayik çiniler ile süslenmiş, ayrıca basık kemerli kapıyı barındıran
eyvanın Bursa kemeri aynı türde çiniler ile taçlandırılmıştır. İç taksimatı
Orhan Camii'ne benzeyen yapıda, sofa ile cami birimlerinin duvarları belirli
bir yüksekliğe kadar çini levhalar ile kaplıdır.
Padişahların
inşa ettirdiği bu camilerin yanısıra Bursa'da Yıldırım Bayezid dönemine ait
örneklerden Demirtaş (Timurtaş) Camii, minaresinin alışılmadık konumu ve
tasarımı ile dikkati çeker. Sözkonusu minare cami kitlesinden bağımsız
olarak tuğla örgülü altı payenin taşıdığı kesme taştan bir kaideye
oturmakta, kaidenin altında kalan altıgen alan ise şadırvanı
barındırmaktadır.
Medreseler:
Bursa ve
çevresinde ilk örneklerine rastlanılan Osmanlı medreselerinin, başından beri
Selçuklu dönemi medreselerinden farklı bir kimliğe meylettikleri
gözlenmektedir. Selçuklular'ın Anadolu'da en güzel örneklerini yarattığı,
avlusu kubbe ile örtülü medrese tasarımı, erken dönem Osmanlı mimarisinde,
biri Orhan Gazi dönemine (1340) tarihlenen Bursa'daki Lala Şahin Paşa
Medresesi olmak üzere, iki uygulama dışında rağbet görmemiş, bunun yerine
ilk olarak, aynı dönemde (XIV. yüzyıl ortaları), İznik'te Süleyman Paşa
Medresesi'nde Osmanlılar'a özgü açık avlulu ve revaklı yeni bir medrese
şeması geliştirilerek XIX. yüzyıla kadar kullanılmıştır.
Bursa /
Çekirge'deki Hüdavendigâr Medresesi'nde (1366) camilere ilişkin bölümde de
görüldüğü üzere, tabhaneli / zâviyeli cami şeması ile kapalı avlulu medrese
şemasının ilginç bir sentezi gerçekleştirilmek istenmiş ancak Bursa'da XIV.
yüzyıl sonlarında yaptırılan Yıldırım Bayezıd Medresesi'nde tekrar açık
avlulu ve revaklı tasarıma dönülmüş, ne varki bu yapıda Selçuklu geleneğine
bağlanan dershane eyvanı kullanılmıştır. Kesme taş örgülü kuzey (giriş)
cephesi dışında almaşık örgünün kullanıldığı yapının birimleri ince uzun
dikdörtgen biçiminde bir avlunun çevresinde toplanır. Avlu üç yönde (kuzey,
batı ve doğu), payelere oturan sivri kemerli, beşik tonoz örtülü revaklar
ile kuşatılmış, bunların gerisine yirmi adet beşik tonozlu ve ocaklı hücre
yerleştirilmiştir. Kalkan duvarı şeklinde yükselen kuzey cephesinin
ekseninde, sivri kemerli ve kubbeli giriş eyvanı, avlunun güney yakasında
da, sivri kemerli ve kubbeli eyvan şeklinde tasarlanmış olan dershane birimi
bulunmaktadır. Yeşil
Külliyesi'nin bünyesinde bulunan, günümüzde Türk ve İslam Eserleri Müzesi
olarak kullanılan 1419 tarihli Yeşil Medresesi Yıldırım Beyazıd
Medresesi'nin belli başlı tasarım özelliklerini devam ettirir. Ancak burada
avlunun oranları değiştirilerek daha dengeli bir dikdörtgen tercih edilmiş,
revak kemerleri payeler yerine sütunlara oturtulmuş, ayrıca revak
birimlerinin büyük çoğunluğu padantifli kubbeler, hücreler ise, aynalı
tonozlar ile örtülmüştür. Ayrıca Yeşil Medresesi, Osmanlı kisvesi altında
Selçuklu döneminin açık avlulu ve dört eyvanlı medrese düzenini yaşatan bir
yapıdır. Avludaki havuzun merkezindeki dik açı ile kesişen iki ana eksen
üzerinde, güneye sivri kemerli ve kubbeli dershane eyvanı yerleştirilmiş,
doğuya ve batıya, hücrelerin arasına aynalı tonoz örtülü birer küçük eyvan
gizlenmiş, ancak kuzeydeki yıldız tonozlu giriş eyvanının sivri kemeri
dışarı açılmıştır. Revak birimleri içinde, yan eyvanların ve giriş eyvanının
önüne isabet edenler, diğerlerinden daha geniş ve farklı (dilimli)
kemerlerin yanı sıra farklı örtü birimleri (çapraz tonozlar) ile donatılarak
dört eyvanlı tasarım vurgulanmıştır. Avlunun kuzeybatı ve kuzeydoğu
köşelerinde, hücreler arasında yer alan merdivenler, dershane eyvanının
aşırı yüksek tutulmuş olması, ayrıca cephelerde teşhis edilen bazı
ayrıntılar Yeşil Medresesi'nin aslında iki katlı olarak tasarlandığını ancak
üst kattaki hücrelerin hiçbir zaman inşa edilmediklerini gösterir. Doğu ve
bati eyvanlarının tonozlarda, hücrelerin pencerelerini taçlandıran kemer
aynalarında çini bezeme bulunmaktadır.
Erken dönem
Osmanlı medrese tasarımının, 1426 tarihli Muradiye Camii'nin batısında
bulunan Muradiye Medresesi ile, tıpkı aynı külliyenin camiinde olduğu gibi,
Yıldırım Beyazıd ve Yeşil Medreselerindekinden çok daha tutarlı bir plan
anlayışını ve oranları yakaladığı dikkati çeker. Kasetli almaşık örgünün
kullanıldığı yapıda kare planlı avluyu kuzey, doğu ve batı yönlerinden
kuşatan revakların tuğla örgülü sivri kemerleri, kuzeydeki iki sütun dışında
tuğla örgülü payelere oturur. Kuzey kanadında dikdörtgen olan revak
birimleri aynalı tonozlar, yan kanatlardaki kare birimler ise pandantifli
kubbeler ile örtülüdür. Aynalı tonaz örtülü hücrelerin dikdörtgen
pencereleri, testere silmeli sivri hafifletme kemerleri ile taçlandırılmış,
kemerlerin aynalı dikey ve yatay tuğlalar ile doldurulmuş, aynı basit
geometrik bezeme revak cephelerinde, kemerlerin üzerindeki kesimde de
uygulanmıştır. Güneydeki dershane eyvanının avluya bakan cephesinde, tuğla
örgülü geniş sivri kemerden arta kalan yüzey, altıgen dokulu tuğla - taş
bezeme ile kaplıdır.
Türbeler:
Bursa'da
bulunan türbeler, Osmanlı mimarisinde, Orhan Gazi döneminden tanzimat
dönemine kadar uzayan beş asırlık bir zaman dilimi içinde bu yapı türünün
gelişimini yansıtmaktadır. Özellikle Bursa, kuruluş dönemi Osmanlı
padişahlarına, devlet adamlarına ve velilerine ait çok sayıda türbeye sahip
olması ile ünlüdür. Ayrıca bu şehirdeki Muradiye Külliyesi, Semerkant'taki
Şah Zinde ve İstanbul'daki Eyüp Sultan ile birlikte, Türk İslâm dünyasının
sayılı türbe topluluklarından birisini bünyesinde toplar.
Muradiye
türbelerinin en eskisi, külliyenin banisi olan II. Murad'a (ö. 1451)
diğerlerinin çoğu XV. yüzyılın ikinci yarısı ile XVI. yüzyılın başlarına
(Fatih ve II. Bayezıd devirlerine) aittir. Osmanlı tarihinin bahtsız
şehzadelerinden, Fatih'in, 1454 de sürgünde (Napoli'de) ölen oğlu Cem Sultan
ile Kanunî'nin 1553'te Konya / Karapınar'da öldürttüğü oğlu Şehzade Mustafa
da burada gömülüdür. Her ikisi de halk tarafından sevilen ve ölümleri
kamuoyunda olumsuz yankılara yol açan bu şehzadelerin başkent İstanbul
yerine Bursa'da gömülmeleri manidardır.
Asırlık
çınarların gölgelendirdiği, fıskiyeli havuzlardan su seslerinin yayıldığı,
"asûde" bir bahçenin içinde, katı bir geometriye uymaksızın dağılmış bulunan
irili ufaklı Muradiye Türbeleri, "devriş meşrepli" Osmanlı mimarisinin,
diğer kültür ortamlarında hemen daima ürkütücü ve soğuk olan mezar
mimarisine giydirmeyi başardığı huzur verici kisvelerin şüphesiz en
güzelidir. Bu arada
dikkati çeken bir husus da, Bursa'daki Yeşil Türbe dışında, bu yapıların
hemen hiçbirisinde Selçuklu dönemi kümbetlerinde gözlenen kripta (mumyalık)
katının bulanmaması, başka bir deyimle İslâm öncesi Türk geleneklerine
bağlanan, Orta Asya kökenli kümbet geleneğinin Selçuklu hanedanının ve
kültürünün çöküşünden sonra, XIV. yüzyılın ilk çeyreğinden itibaren,
özellikle Osmanlı topraklarında terk edilmiş olmasıdır. Bursa türbeleri,
tasarımları açısından da "açık türbeler / kapalı türbeler" olarak iki ana
grupta incelenebilir.
Kaynak:
http://www.restoraturk.com/index.php/mimarlik/363-bursa-da-osmanli-mimarisi-uzerine |