|
|
Tanınmış romancımız
Orhan Kemal'in babası Abdülkadir Kemali Bey hukuk fakültesi mezunudur. 1.
Dünya Savaşı öncesinde Kirmastı'da (Mustafakemalpaşa/ Bursa) iki ay
kaymakamlık yapmıştır. Birinci Meclis'te Kastamonu mebusu olarak bulunur.
Cumhuriyetin ilanından sonra meclis dışında kalır, muhalif fikirleri ile
tanınır olur. Bir parti kurar ancak bu parti kapatılır. 1939'da ceza
yargıçlığına atanır. Oğlu Orhan Kemal Adana'da hapishanede iken verdiği bir
dilekçe ile onun Bursa cezaevine naklini sağlar.
Orhan Kemal Bursa cezaevinde kalırken (1940-1943)
o sırada Malatya Cezaevinde komunistlikten ağır hapse mahkum Kemal Tahir’le
mektuplaşmaktadır. Orhan Kemal yazılarından örnekler gönderir Kemal Tahir'e.
Aşağıda okuyacağınız mektupta Orhan Kemal kıdemli ağabeyine Bursa'yı
anlatır. Orhan Kemal gündüzleri bir resmi dairenin evrak bölümünde
çalışmakta, bu sayede kenti görme fırsatını yakalamaktadır.
Kardeşim
Kemal Tahir,
Bugün son olarak işe çıkıyorum. Belki on gün, belki on beş gün
çıkmayacağım. Çünkü dışarısının serbestisine alışınca çalışmak kabil
olmuyor. Hâlbuki ilk hikaye kitabımın intişarı için devamlı ve titiz bir
çalışma lazım.
Bursa şehrine dair benden manzaralar beklediğinizi yazmışsınız.
Haklısınız. Bursa gibi renkli ve Bursa gibi harikulade tabiat manzaralarını
tespit etmek bir hikayeci için değil, bu işle meşgul olmayanlar için bile
kabil olacak kadar kolay bir şey değil.
Mesela Çekirge semti…Buraya geldiniz mi bilmem. Kırmızı otobüsler
sizi Ulucami önünden aldı farz edelim. Yol parke döşelidir, pek de muntazam
değildir. Otübüsün içinde sarsıla sarsıla bir müddet gidersiniz. Bu dar ve
gayrimuntazam yolun iki kenarındaki dükkanlar pek süslüdür. En göze çarpan
manzara “döner kebapçılar”dır. Berberler, kartpostal ve kitapçı dükkanları,
bilhassa manavlar. Mevsimine göre portakal, limon, elma, armut, şeftali,
erik, kayısıdan tutun, sebzelerin envai bulunur. Tabii Beyoğlu’ndakiler
gibi. Yani intizam ve pahalılık itibariyle.
Otobüs yürüyor. Bu caddenin iki tarafında dehşetli tezatlara
rastlamak her zaman kabildir. Gayet lüks bir lokantanın hemen yanı başında
küçük bir aktar dükkanı, sahibi uzun sakallı, beyzi gözlüklü bir ihtiyardır
ve başında takkesi vardır. Dışarının otomobil, mantar iskarpin, empermeabl,
kürklü manto, manikürlü tırnak, rujlu dudaklarına öyle yabancı yabancı bakar
ki, insanın bu adamın hem kör hem sağır olduğuna kanaat getireceği gelir.
Otobüs yürüyor. Mezar taşları ve murabba şeklinde kesilmiş fayans,
çini, çimento saksılar teşhir eden dükkanları, kereste biçen makinelerin
gürültüsünü arkanızda bırakıp birdenbire geniş bir caddeye çıkarsınız. Bu
yol ta Altıparmak denen mahalleye kadar bu genişliğini muhafaza eder. Burada
yol ikiye bölünür. Ortada ağaçlar dikilidir ve yolun öbür tarafı bir dağ
sırtıdır ki kışın yaprağını dökmeyen ağaçlarla mesturdur. Bu kısım,
Çekirge’de daha fazlalaşmak üzere, Bursa’nın en mükemmel ve İstanbul’a en
çok benzeyen yerleridir.
Otobüs kıvrıla büküle uzayan yollarda homurdana, soluya, her
mevkıfta dura, müşteri ala indire
Çelik Palas’a geçer…
Orhan Kemal
Evler artık konaklaşmışlardır. Tahta oymaları bir tentene kadar
işlemelidir. Pencerelerinde ekseriye genç kadınlar dışarıyı seyretmektedir.
Yazın kısa kollu entariler giyen genç kızların parlak göğüslerini, tombul
kollarını bol bol görürsünüz. Kışın hava yağışlı değilse, zamanın modasına
uyan Bursalı hanımların mütenasip vücutları birer sanat abidesi gibidir. Dar
mantoların içinde yürürken mütemadiyen kıpırdayan, hatta sağa sola
çalkalanan kalçalar, gayet mevzun – Necip Fazıl’ın sevmemesine rağmen –
ipek çoraplı bacaklar ve “ulan ne karı be” dedirten bir heyet-i umumiye
insanı mesteder.
Karagöz’ün mezarı önünden geçerken gözlerinizi aşağı kaydırırsanız,
yirmi beş dakikadan beri çıktığınız yokuşun sizi hangi irtifaa ulaştırdığını
hemen anlarsınız. Bir dağ sırtındasınız ve sağınız dehşetli bir boşluktur.
Bursa Ovası… Serviler, yollar, sürülmüş tarlalar, su birikintileri, çayırlar
bu hafif buzlu bir cam gerisinden bakılıyormuş gibi sislidir. Irmak ve
derelerle su birikintileri güneşte gümüş gibi parlar.
İri kanatlı siyah kuşlar bu sisli ovanın üzerinde süzülerek
uçarken, sizden çok aşağıdadırlar.
Otobüs homurdanmaktadır. Yolumuz tekmil asfalttır ve ancak iki otobüs yan
yana geçebilir. Yani cadde dardır. Sağınız ve solunuzda gene oymaları
dantela gibi işlemeli salhurde, harap konaklar, oyulmuş gözlere benzeyen,
kanatları sarkmış, kopuk pencereleriyle insana karanlık karanlık bakan
köşkler eskiden çok sevilmiş, sonradan terk edilmiş veya aşıkı olmuş bir
ihtiyar orospu gibi iç çeker ve maziyi hayallerken dudakları güler gibi
gelir. Sanki o bakışla derin derin göğüs geçirir ve “hiçbiriniz benim
sevgilim kadar güzel değilsiniz. Hey gidi günler hey! Biz neler gördük!”
demek ister.
Çekirge. Mütemadiyen radyosu çalan bir tatlıcı dükkanının önünden
bir kavis çizerek dönen ve durak yerine gelip homurtusu kesilen otobüsün
şimdilik işi bitmiştir artık. İnersiniz. Önünüzde sağa sola ve yan sokaklara
ayrılan parke döşeli yollar vardır. Solda bir sokağa sapın. Hafif meyilli
bir yokuş tırmanıyorsunuz. İki yanınızda yükselen konaklar birbirlerine
yaslanmış gibidirler. Hep o, “hey gidi günler hey..Biz neler gördük!” diyen
asırdideler fasilesinden.
Sokak o kadar tenhadır ki insan ürker. Zanneder ki konakların
pencerelerinden gözetleniyorum ve herhangi bir yerimdeki fiyaskoya
gülüyorlar. Konuşmalar fısıltı nevindendir. Arada bir yoğurtçu zuhur eder. Bu
inleyen gürültüye esnafın sessizliği hayretle büyüyen gözleriyle bakıyor
gibi gelir size. Yan konakların pencerelerinden bazen çok güzel bir kadın
bir hayal gibi kıpırdar. Tekrar bakarsınız. Hayal aynı yerindedir.
Duramazsınız, utanırsınız ve nihayet geçersiniz. Ben bu Çekirge’yi Beyrut’a
çok benzetiyorum.
Banyolar… Gayenize vardınız. Zaten siz de Çekirge’ye banyoya
gelmiştiniz. Hep o asırdide ahşap konakların insana dudak büken, beğenmeyen
istiğnası önünde yürürken sıkı sıkıya kapatılmış müteaccip ağızlara banzeyen
kapıların üzerinde küçük büyük, güzel ve çirkin yazılı levhalar…”Emek
Oteli”, “Serv-i Naz Oteli”, “Ada Palas” ve daha bir sürü pansiyon, mansiyon
falan filan.
Mesela “Emek” banyosuna girdiniz. Durun. Bu bahsı şimdi
konuşmayalım. Mevhum af kanunundan sonra sizinle Bursa’da buluşalım. Emek
Banyosu’na gidelim. Daha iyi. Mamafih Kemal Tahir,
Nazım Hikmet’i birlikte
getirmeyelim. O bizi aşağıda lokantada beklesin. Misket şarabı içsin. Çünkü
ben yengeden korkarım, Nazım Hikmet’i öyle yerlere götürmek cesaretim yok.
……………..
Mektubumu bir hayli uzattım. Mahzende geçen hayatımıza ve bilhassa
dün şahidi olduğum enteresan bir vak’aya dair hikayeler yazacağım. Size de
elbet gönderirim.
Hoşça kal
kardeşim. Gözlerinizden öperim.
R. K. (Raşit Kemali)
|