|
Ahmet Hamdi Tanpınar
Bursa yangını bazı gazetelerimizin bir milyara yakın tahmin
ettiği maddi ziyanıyla,
Ulucami etrafındaki tarihi eserlerde yaptığı
tahribatla hakikaten milli bir felaket addedilebilecek hadiselerdendir.
Bununla beraber son zamanlarda o kadar dikkatle tamir edilen Kapalıçarşı’da
çıkması ve etrafa oradan yayılması bir tarafa bırakılırsa hiç de
beklenmeyecek cinsten değildi. Bizim güzel Bursa, yeşil Bursa diye
sevdiğimiz ve haklı olarak övündüğümüz şehrin asıl hayatının ve servetinin
toplandığı bu çarşılar o kadar iç içe, üst üste, bir kav gibi tutuşmaya
hazır binalardan müteşekkildi ki bu akıbet her an beklenebilirdi. Bundan
birkaç sene evvel resmi bir vazife dolayısıyla birkaç arkadaşla beraber
Ulucami’nin tamir işleri ve
Kapalıçarşı’nın son vaziyeti hakkında bir fikir
edinmek için Bursa’ya iki defa gitmiştim. Her ikisinde de bu çarşılarda
heyet halinde ve tek başıma saatlerce dolaştım. Derhal söyleyeyim ki tamir
işlerinin verdiği büyük hoşnutluğa rağmen ikisinden de içimde bir korku ile
ayrıldım. Bana her şey, bütün bir milli servet, tek bir kıvılcımın tesadüfüne
bırakılmış gibi görünmüştü. Sonuncusunda önünde oturduğumuz, çay, kahve
içtiğimiz bir ayakkabıcı dükkanında bu korkumu söyledim. Dükkan sahibinin
beni hiç de fazla telaşlı bulmadığını şimdi çok iyi hatırlıyorum. O da benim
gibi düşünüyor, korkuyordu. Bir kelime ile, sadece alışkanlığının verdiği
sükunetle benden ayrılıyordu.
Memleketimizde 12 yıl oturup bize hayran giden ressam Leopold Levy bir gün
bana şunu söylemişti: “Siz fert olarak, cemiyet olarak sayısız meziyetleri
bulunan bir milletsiniz. İçinizde biraz yaşayıp da sizi sevmemek
imkansızdır. Yalnız bir acayip huyunuz var. Daima bir şey bekliyormuş gibi
yaşıyorsunuz. Bir şey ki size her şeyi toptan düzeltmek, değiştirmek imkanı
verecek ve o olana kadar siz biraz da hayatınızın dışında yaşıyorsunuz. İşte
tek anlamadığım tarafınız budur. Hayat yaşamak içindir, beklemek için
değil.”
O gün ihtiyar ayakkabıcı ile konuşurken, genç ressamlarımızda
bütün bir Bursa mektebi yaratan eski hanları,
Koza hanını, Pirinç hanını,
çoğu içler acısı haraplıkları içinde bir yığın atölyeyi, ticarethaneyi
barındıran öbür hanları, kimi şeker, kimi kumaş imalathanesi olarak
kullanılan o emsalsiz eski hamamları dolaşırken, daha ziyade bir sinema
stüdyosunda yangın sahnesi için hazırlanmışa benzeyen evkaf binasının
karışık merdivenlerinden inip çıkarken hep garblı dostumun bu dikkatini
hatırlıyordum. Bütün bu hayatın toplandığı bu ağzına kadar dolu çarşının
derbederliğine kim bilir hangi büyük fırsatı, on sekizinci asırdan beri
resmi hayatta o kadar ısrarla kullanılan tabiriyle hangi “münasip vakti”
bekleyerek razı oluyorduk? Bu bekleyişin arkasında kim bilir ne kadar zengin
ve muhteşem projeler vardı.
Bursa Kapalıçarşı Yangını - 1958
Şark ya alışılmışa gömülü yaşar, yahut hayale kaçar. Daha
doğrusu alışılmış bir rüyada yaşar. Gerçek bizi biraz sıktı mı derhal
hayatımızı kirpiklerimizin arkasından hiç eksik olmayan çok değişik ve mesut
bir beş on sene sonrasına, yani uzak ve müphem bir zamana naklederiz. Bunu
yapar yapmaz da bugünün baskısı üzerimizden kalkar, kuş gibi hafifleriz.
İçimizde daima aralık duran bu firar kapısı yüzünden tecrübe denen şeyin
hayatımızda bir türlü sarih bir yeri olmamıştır. Son Bursa yangını cinsinden
felaketlerin hakiki sebebi realiteye sarahatle bakmamızdır.
Fakat neden bunları şimdi yazıyorum? Ben ki Bursa’yı o kadar
severim, sanatımın ve iç hayatımın bütün bir tarafını bu şehre borçluyum.
Bütün bu düşüncelerden ve korkulardan kimseye bahsettim mi? Tek bir satır
yazdım mı? Acı ama, hakikat şu ki, bizde sorumluluk vicdan azabının
çocuğudur. Onunla beraber doğar ve onun keskin alevinde kavrulup yanar.
Hakikatte Bursa çarşısı ve hatta bütün Bursa şehri çok
evvelden bir mesele olarak ele alınmalıydı. 1271 zelzelesi ve yangınından
sonra asıl manasıyla Bursa yoktu. Bursa’nın büyük felaketi bundan bir asır
evveldir. Bugünkü Bursa (şehrin kendisinden bahsediyorum) kaybolmuş
Sarayiçi’ne rağmen gene de bu şehri memleketimizin eşsiz yapan tarihi
hatıraların ve tabiatının eseridir. Bursa tıpkı alaturka musikinin
taksimleri gibi irticali doğmuş bir şehirdir. Şurası var ki sazı kullanan
elin hünersizliğini makamın güzelliği telafi ediyordu. Bursa’nın güzelliği
tabiatın ve tarihin bir işbirliğidir.
Cevdet Paşa, profesör Cavid Baysun’un neşrettiği ve bizim
sabırsızlıkla ikinci cildini beklediğimiz Tezakir’inde, bu zelzele ve
yangının nasıl bir afet olduğunu yalnız kendisinde görebildiğimiz bir
dikkatle anlatır. Bugünkü Bursa’yı Tanzimat’tan sonraki devrin bir eseri
yapan bu afet 1271 yılı cemaziyelevvelinin birinde öğleden sonra başlar.
Berrak hava birden kararır. Fırtına, yağmur etrafı alır. İkindiden biraz
sonra da zelzelenin kıyameti kopar. Sultan Osman, Sultan Orhan Türbeleri (Cevdet Paşa’nın tabiriyle) takımıyla Yıldırım ve 2. Murat camilerinin yalnız
minareleri, Ulucami’nin yedi kubbesi ile minareleri yıkılır, köprüler harab
olur. Geceye doğru kalenin Yahudi Mahallesi üstündeki tarafı çöker ve büyük
bir yangına sebep olur. Fakat Bursa’nın macerası bununla da bitmez. Bir
müddet çadır altında kalan halk ufat tefek sarsıntılara rağmen yavaş yavaş
evlerine döndükten ve tabi hayat az çok başladıktan sonra receb’in on
yedisinde akşamüstü (alaturka saat birde) evvela şehrin üstünde bir
köhercile bulutu peyda olur, arkasından da tam iki dakika süren asıl büyük
zelzele gelir. Cevdet Paşa bu zelzelede Bursa’yı şöyle anlatır: “Memleket
güya bir şiddetli fırtınada iki büyük dalga arasında kalan gemi gibi
sallanır ve binalar bir iki arşın ileri gidip gelir olmuş” der. “Artık
herkes ne yağacağını şaşırmış. Ana evladını, evlat anasını kaybedip sersem
ve sergerdan yollara düşmüşler, kagir binalar harab olmuşlar ve çarşı
denilen Demirkapı ise bütün bütün yıkılmış.” Bu muazzam zelzelenin
arkasından derhal üç koldan şehir içine ilerleyen Bursa yangını başlar.
Cevdet Paşa, Keçeci-zade Fuad Paşa’nın – o zaman daha efendi
– bu vesile ile söylediği sözü kaydediyor: “Osmanlı tarihinin dibacesi zayi
oldu. Daima zeki ve daima en iyi formülü bulan Fuad Paşa’nın bu sözünde hem
Bursa’nın hem de o zaman uğradığı felaketin en iyi tarifi vardır. Müstahsil
ve çalışkan Bursa bu felaketin yıkıntısından çabuk kurtulur. Abdülaziz ve
Abdülhamid devirlerinin Bursa’sı halkın hayatı ve istihsal itibariyle büyük
bir refah içindedir. Fakat tarihi eserlerin perişanlığı Cumhuriyet devrine
kadar sürer. O devirlerde yapılan ufak tefek tamirler de şehircilikten ve
tarih zevkinden mahrum bir anlayışın sakat mahsulleri olmaktan ileri gitmez.
Bugün eski Gümüşlü’nün yerinde bulunan Osman Gazi ve Orhan Gazi türbelerinin
devrin karakol binalarından farksız üslupsuzluğu bu tarih anlayışsızlığının
en açık misaldir.
Muradiye’nin alt tarafında Fatih ve 2. Bayezid devrinin büyük
şairi Ahmed Paşa’nın hala bile harab bir türbeciği vardır. Bu türbenin
kapısında – sol tarafta, pervaz taşında – Meşrutiyet’ten çok evvel Bursa’ya
kaplıcalar için giden Şeyh Saffet Efendi’nin – Muallim Naci’nin aziz dostu –
çok güzel bir ta’lik ile yazılmış bir beytini okumuştum.Yazık ki ezberimde
değil ve şu anda notlarım arasında da bir türlü bulamadım. Hiç şair olmadığı
halde şiirin asaletine, hatta kerametine inanan Şeyh Saffet Efendi bu
beytinde Ahmet Paşa’ya “Hasta vücudum için senin ruhaniyetinden yardım
istemeye gelmiştim; fakat türbeni kendi vücudumdan daha harap buldum” der.
Son yirmi, yirmi beş senenin ciddi çalışmalarına kadar Bursa’da sanat
eserlerimizin vaziyetini bu beytin isyanı kadar iyi hülasa eden cümle yoktur
zannederim.
Cumhuriyet devri Bursa için çok şey yaptı. Övülmeye layık
iktisadi teşebbüslerin birçoğu Bursa’dadır. Fakat tarihin ve bugünün
ihtiyaçlarının yanı başında, hemen hemen onlarla denkleşen ovanın
güzelliğine ve temayülüne nedense layık olduğu ehemmiyeti veremedi. Halbuki
Bursa biraz da bu ovanın güzelliğidir. Onun sayesinde saatler Bursa’da bir
renk cümbüşü olur. Şehir, Evliya Çelebi’nin kendisine verdiği “ruhaniyetli”
sıfatını onun içimizde yerleştirdiği sükunetle kazanır. Yazık ki yeni
tesislerin çoğu için, belki de kolaylığı yüzünden ovayı seçtik, başı boş
bırakılan yerleşmeler, acele iskanlar, küçük teşebbüsler hep ovaya doğru
genişledi, aktı.
Son Bursa seyahatimden birinde beni dikkatle dinlemek, hatta
bazı fikirlerime iştirak etmek lütfunda bulunan Bursa valisine şehrin ovaya
doğru yayılan bu kısmının Yıldırım Cami taraflarına kaydırılması imkanı olup
olmadığını sormuştum. Hala daha böyle bir kaymanın hem ova, hem de mimarlık
tarihimizin çok mühim eserlerinden biri olan ve İstanbul devrine kadar
verdiği örnek az çok devam eden bu güzel cami, şehrin bir ucunda tek başına
kendi talihini ve tarihini beklemekten kurtaracağına kaniim. Bursa’yı günün
meselesi yapan bu hazin hadies vesilesiyle de olsa bunu hatırlatmaktan
kendimi alamadım. Yeni tesislerin birçoğunun o tarafa nakli, işleri biraz
kolaylaştırır zannederim.
Daha kaybımızın ne olduğunu bilmiyoruz. Şimdiye kadar ancak, gerçekten
zengin olan bu çarşıda uğradığımız maddi ziyanla binlerce vatandaşın,
devletin ve cemiyetin yardıma muhtaç kaldığın öğrendim. Bursa’da öteden beri
iktisadi hayatın merkezi olan bu yangın sahası sivil mimarimizin en güzel,
en dikkate değer eserleri olan hanların toplandığı yerdi. Bu hanlar ne oldu?
Yalnız Ulucami’nin kurtuluşu şehrin bu tarafını, tarihi merkezinin etrafında
yeniden kurma imkanını bize sağlayacaktır. Bu caminin duvarlarında sadece on
dokuzuncu asırdan kalma büyük yazıların harap olmayışı dahi bizim için bir
saadettir. Öbür hanların ve hamamların hepsinin zayi olmamış olmasını ve bu
asil binalardaki tahribatın paralı veya ucuz bir tamirle telafi edilebilecek
dereceyi almamış olmasını temenni edelim.
Evliya Çelebi’nin Bursa çarşısına ait olan kısmını okuyanlar, bu caminin
etrafında, bu hanlarda nasıl neşeli ve cıvıl cıvıl bir hayatın kaynaştığını
görürler.
Bursa bu neşeyi geçirdiği bütün acı tecrübelere rağmen
kaybetmedi. Hiçbir
23 Nisan gününü Bursa’da geçirdiniz mi? Eğer
geçirmişseniz Bursalının çocuklarıyla beraber nasıl bayram yaptığını
görmüşsünüzdür. Ben kendi hesabıma, iki sene evvel şehrin ortasında
rastladığım çoğu eski zaman elbiseleri giymiş, bir kısmı da yeni modalarla
süslenmiş küçük kız çocukları kafilesini hiçbir zaman unutmayacağım. O günkü
gezintilerimde Setbaşı’nda, Yeşil’de, Emirsultan’da, her gittiğim yerde bu
kafilenin dağınık parçalarına rastladım. İnce, kıvamsız sesleriyle
söyledikleri türküleri dinledim, bu kadar iyi süslenmiş çocukların çok fakir
mahallelerde uzun eteklerini belki de çamurda sürüye sürüye çivit boyalı
fakir evlere dağıldığını gördüm ve daha mühimi, ihtiyar Bursalıların kendi
gelecekleri olan bu yavrucakları seyrederken gözlerinde parlayan ışığı
gördüm. Hiçbir Andersen masalı bu kadar güzel olamazdı. Bursa o gün çocuk
cennetiydi. Temenni ederim ki bu güzel şehrin, uğradığı ziyan yüzünden bu
neşeyi kaybetmesine cemiyetimiz müsaade etmez.
Bugünün Türkiye’sine bu felaketle yeni bir vazife daha
düşüyor. Bursa’yı yeniden kuracağız. Aman yanılmayalım ve üstünde bu mühim
ameliyeyi yapacağımız şeyin Bursa şehri, yani bütün bir tarih olduğunu
unutmayalım. Yukarıda Bursa için biraz da ovasının güzelliğidir, demiştim.
Şimdi bu manzarayı asıl canlandıran, bu ovayı bizim o kadar manalı yapan
ruhun, Bursa’nın tarihi ve sanat eserleri olduğunu söylemem icab ediyor.
Tarih insandır. Tabiat insanla birleşince güzeldir. Bursa cinsinden şehirler
daima çevreleriyle ve ona sadık kaldıkları nisbette mevcutturlar. Bu tarih
bizden sonra da devam edeceğine göre onu yalanlayacak, onunla çatışacak
hamlelerden sakınmalıyız.
Bursa’ya benzeyen Floransa, Ravenna gibi İtalyan şehirlerini, Gırnata,
Sevilla gibi İspanyol, Brüg Gand gibi Belçika şehirlerinin güzelliklerini,
bugünle tarihin kucak kucağa yaşaması vücuda getirir. Bu sadece tarihi
eserlere hürmetle, onları velev ki yıkık bir duvar, yahut bir taş parçası
olsun, ehemmiyetle muhafaza etmekle olmaz. Muhafaza bu işte ilk şarttır.
Ayrıca bu tarihin dikte ettiği dersi iyice dinlemek lazımdır. Bursa
peyzajının rahatça tahammül edeceği mimarinin üslubunu, şehrin alacağı
manzarayı ancak o zaman gerektiği gibi tayin edebiliriz. Zamanın yarattığı
büyük ve canlı terkipler daima büyük dikkatler ister. Bursa’ya, Bursalılara
ve bütün milletimize geçmiş olsun diyelim.
Cumhuriyet gazetesi, 29 Ağustos 1958
|