|
|
Dr. Doğan
Yavaş'ın Bursa Hayat Gazetesinde 22 Şubat ve
4 Mart 2010'da yayımlanan yazılarıdır.
Gazi Osman Bey, Bilecik, İnegöl, Sakarya ve Yenişehir’den
sonra Bursa’ya yönelmeyi planlamıştı. Sarp kayalıklarla çevrili Bursa kalesi
kolay alınamayacağı için Osman Gazi, biri şehrin doğusundaki tepede, diğeri
de şehrin batısındaki kaplıcaların yakınında olmak üzere, havale kulesi
dediğimiz iki tane gözetleme yeri yapmış ve giriş-çıkışları kontrol ederek
şehri ablukaya almıştı. Bunlardan doğudakine Balaban Bey, batıdakine de Gazi
Aktimur dizdar, yani kale komutanı olarak atandığı için bu havale kuleleri
onların adlarıyla bilinmektedir. Bunlardan Balabancık hisarı bugüne geldiği
kadarıyla onarılarak koruma altına alınmışsa da Aktimur hisarı kaybolup
gitmiştir. Halbuki bu hisar ya da kuleler, Bursa hisarı ile birlikte
tarihimizde çok önemli bir yere sahiptirler. Bursa’nın fethi şenliklerinin
Yerkapı’da yapıldığı gibi bazı törenler de Balabancık hisarında
yapılmaktadır. Aktimur hisarının yerinin belirlenmesi ve şehrin siluetine
kazandırılması hem Kültür Müdürlüğü’nün hem Kaleli Kentler Birliği’ne
başkanlık eden Bursa Büyükşehir Belediyesi’nin hem de Uludağ
Üniversitesi’nin girişimleriyle mümkün olabilecektir.
Tarihçi Halil İnalcık hocanın tahminlerine göre bu kuşatma en
az on yıl sürmüş ve sonuçta Bursa tekfuru kaleyi teslim ederek saray halkı
ile beraber şehirden ayrılmıştır. Teslimden sonra kalanların mallarına ve
canlarına dokunulmadığını hatta Orhan Gazi’nin, tekfuru ve maiyyetini sağ
salim Konstantinopolis’e ulaştırmaları için yanlarına bir de muhafız birliği
verdiğini biliyoruz.
İlk Osmanlı başkentlerinden olan Bursa’nın büyüyüp gelişmesi
Türkler sayesinde olmuştur. Bizans döneminde kale içinde sıkışmış, yedi
mahalle, bir saray ve kütüphane, bir hamam, yedi kilise, iki havra ve
tahminen 5000 nüfustan oluşan küçük bir kasaba görünümünde iken, fetihten
sonra hızlı bir imar faaliyetine girişilmesi sonucu, Orhan Bey tarafından
hisar içinde 1 mescit, 1 medrese, 1 türbe, 1 hamam inşa edilmiş, ayrıca 1
kilise fetih camiine dönüştürülmüş ve tekfurun sarayı da tamir edilerek Bey
Sarayı olmuştur. Bunlardan başka diğer ileri gelenlerin yaptırdıkları Ahî
Hasan (Sürmeli/ Tefsirhan) Mescidi, Alâaddin Bey Camii, Alâaddin Bey
Mescidi, Çoban Bey Mescidi, Gazi Aktimur Mescidi, İl-Erioğlu Mescidi, Lala
Şahin Paşa Mescidi, Süleyman Paşa Mescidi, Nilüfer Hatun (Darphane/Zarphane)
Mescidi ile birlikte 15 adet olmaktadır. Burada cami ile mescitler
arasındaki farkı belirtmek de gereklidir, şöyleki; Camilerde minber bulunur,
yani hutbe okunur, hutbe de cuma ve bayram namazlarının gereğidir.
Mescitlerde ise minber bulunmadığı için bu namazlar kılınamaz, sadece vakit
namazları kılınabilir. Halk, cuma günleri bu minberli camilere gitmek
zorundadır. Bu yapılara diğer ülkelerde mescid-i cuma bizde ise cuma
camileri denir. Fakat günümüzde hızlı şehirleşme sonucunda bütün mescitlere
minber eklenmiş ve bunlar camiye dönüşmüştür.
Türk şehri olmanın özelliklerini çok kısa bir zamanda
yansıtır hale gelen Bursa’nın, şehrin adından başka hiçbir özelliğini miras
olarak aldığı söylenemez. Ancak, mevcut durumun gelişmelere yetmeyeceği
bilindiğinden şehrin, kale eteğinin doğu tarafındaki araziye yayılması
düşünülmüş ve bu hareketin gerçekleşmesi için Gökdere’nin yatağı bile
değiştirilmiş, elde edilen düzlükte önceleri Atpazarı kurulmuş, sonradan
yani 1339 yılında da cami/tabhane, medrese, imaret, han, hamam ve mektepten
oluşan Orhan Külliyesi inşa edilerek etrafı duvarla çevrilmiş, bu duvar daha
sonra bütün aşağı şehri koruyacak şekilde genişletilmiştir ki, tarihi
vesikalarda “Aşağıhisar” diye anılmaktadır. Çarşı civarında halen Geyvehanı
yakınında Demirkapı, Orhan Camii güneyinde de Taşkapı mevkii gibi isimlerin
oluşu, Aşağıhisar kapılarının bazılarının bu civarda olduğunu
göstermektedir. Günümüze ulaşmayan bu ihata duvarının taşlarının, sonraki
dönemlerde yapılan hanların ve Ulucami'nin inşaatında kullanıldığı
düşünülmektedir.
Bu vaka ilk devir Osmanlı tarihçisi Neşri’de şöyle
anlatılmaktadır; “Brusa’da yapdurdığı imaret yiri (Orhan Camii) bir ıssız
yir idi ki, ikindiden sonra idem varmağa vehm iderdi, zira Gökdere suyu ol
eyyamda Balıkbazarı’nda akardı, ol sebebden dereyi öte yakaya geçmeye vehm
iderlerdi. Sonradan derenin çaydan yana tarafına Atbazarı olıcak, hisardan
yana biraz emin oldı. Şimdi ol Atpazarı’nın yiri sultanhanı (Emirhanı)
olmuşdur”. Neşrî’nin bu ifadesinden, o zamanlar Gökdere’nin, Balıkpazarı
denilen, bugün ise Çakırhamam ile Eski Bakırcılar çarşısı arasından aktığı
anlaşılmaktadır. Araştırmamızı bu yöne yoğunlaştırdığımızda Gökdere’nin,
Maksem’e kadar kıvrıla kıvrıla geldiği ve bu noktadan sonra birden doğuya
yönelerek düz bir hat izlediği gözlenmektedir ki, bu durum Neşrî’yi
doğrulamaktadır.
----------------------------------------------------------------------------------------------------
Dere yatağına müdahale edilmesi ile Maksem
-Fomara
Meydanı -Elmasbahçeler arasındaki üçgen alanda 1650 m. X 1900 m. X 1850 m.
olmak üzere ortalama 2 km²; yani Kaleiçi bölgesinin yaklaşık 1.5 mislinden
fazla bir saha kazanılarak, tipik bir Türk – İslam şehrinin özelliklerini
barındıracak yeni yerleşim biriminin rahatça oluşması sağlanmıştır (Üç-dört
sene önce, Osmangazi Belediyesi Planlama Teknik Müdür Yardımcısı Bayram
Vardar ile bu konuda bilgi alış verişinde bulunurken; Balıkpazarı’nın birkaç
bölgesinde yaptıkları zemin etüdleri ve sondajları sırasında altta büyük
kayalara rast geldiklerini, bu durumun onları şaşırttığını ve bu yüzden
çalışmaların zor tamamlandığını söylemişti. Bu olay, bölgenin bir dere
yatağı olması ihtimalini güçlendiriyor).
Bursa’nın fethiyle birlikte hızlı bir yapılaşma
çalışmasına girildiğini ve ileri gelen kişilerin kale içinde birçok eserler
ortaya koyduğunu söylemiştik. Bunların başında Orhan Bey’in yaptırdıkları
geliyor ki bunlar, bir manastırın binalarının kullanılması şeklinde
olmuştur. Bilindiği gibi, Bursa’nın kuşatılması devam ederken Osman Gazi’nin
zaman zaman şehir surlarının üzerinden Bursa’yı seyretmeye geldiği ve o
zamanlar, şimdi Osman ve Orhan gazilerin türbeleri ve Tophane Bahçesi’nin
olduğu alanda bulunan Saint Elias Manastırı’nın, üst örtüsü henüz yenilenmiş
olup da gümüş gibi parlayan şapelini görünce Orhan Gazi’ye: “Oğul, ben
öldüğüm vakit beni Bursa’da şu Gümüşlü Kubbe’nin altına koy” diye vasiyette
bulunduğu pek meşhur bir rivayettir. Bursa’yı fetheden Orhan Bey’in,
babasının vasiyetini yerine getirerek onu, bu manastırın Gümüşlü Kümbet
denilen yuvarlak planlı şapel binasının içine defnettiğini erken Osmanlı
kaynakları bildirmektedir. Burada bulunan manastır kompleksinin diğer
bölümlerinden olan kilisesi, içinde gerekli tadilatlar yapılıp bir de minare
eklenerek fetih camisi sıfatıyla Orhan Camii’ne dönüştürülmüş, bir bölümü de
talebe hücreleri, matbahı, anbarı ve çamaşırhanesi ile Orhan Medresesi
olarak kullanılmaya başlanmıştır. 1325-1349 yılları arasında Anadolu’yu
dolaşan Tancalı Seyyah İbn-i Battuta, Bursa’ya geldiğinde Orhan Bey’le
karşılaşmasını: “Zaten onun babası aldı Bursa’yı Rumların elinden, onun
kabri şehir mescidinin kenarındadır. Burası eskiden Hıristiyanların kilisesi
imiş” şeklinde anlatmaktadır. Selçuklu Sultanı Alaaddin’in, Osman Bey’e
bağımsızlık alameti olarak gönderdiği davul, tesbih, tuğ ve sancak da bu
türbede teberrüken muhafaza edilmekte olduğundan halk arasında söylenmekte
olan Davullu Manastır ismi, bilhassa yabancı yazarlar tarafından yanlış
anlaşılarak Davut Manastırı şeklinde de söylenmiştir. Yuvarlak planlı tüm
yapıların Aziz Elias’a (İlyas Peygamber) ithaf edilmesi, burasının da Saint
Elias Manastırı veya kilisesi diye adlandırılmasına sebep olmuştur. Osman
Gazi’nin gömülü olduğu yuvarlak bina 1801'de yanmış ve tamir edilmiştir.
Daha sonra da, bir arşiv vesikasındaki “Sultan Osman Gazi hazretlerinin
türbe-i şerifeleri zâhirde külliyen münhedim olmamış ise de pekçe zedelenmiş
olduğu” ibaresinden anlaşıldığına göre 1855 depreminde tamamen yıkılmamışsa
da çok büyük hasar görmüştür. Sultan Abdülaziz tarafından 1863 yılında
yaptırılan bugünkü türbenin, biraz daha geniş ölçülerde inşa edildiği
anlaşılmaktadır. Yapının, şair Nevres Efendi’nin söylediği ve hattat Mevlevî
Zeki Dede’nin ta’lik yazıyla yazdığı kitabesi şöyledir:
“Mefhar-ı Osmâniyân zıll-i ilâhe’l-âlemîn/ Hazret-i Abdülaziz ol padişah-ı
bahr u berr
Sâyesinde oldu hep ma’mur mülk ü devleti/ Makdemiyle bulalı cây-ı hilâfet
zîb ü fer/
Cedd-i pâkî hazret-i Osman Gâzî türbesin/ Kıldı ihyâ yaptırıp ol şâh-ı
fârûku’s-siyer
Nâmına yapıp nişân kabrine ta’lîk eyledi/ Hiç müyesser olmadı bir şâha bu
bâlâ eser
Ravza-i cennetde yâ Rabb ceddi kıldıkça hırâm/ Ola taht-ı saltanat ol şâh-ı
zî-şâna makarr Mühmelinden çâkeri Nevres dedi târîhini/ Türbe-i Osman Gâzî
oldu pür-nûr ser-te-ser”
Sultan Abdülaziz’in bir de murassa nişân-ı Osmânî hediye ettiğini Fuat Paşa
şöyle söylüyor:
“Bu nişânı Hazret-i Osman Gâzî nâmına/ Necl-i Hân Abdülaziz îcâd u te’sîs
eyledi
Vaz’ u ta’lîk eyleyip kendi eliyle kabrine/ Şân-ı rûh-ı ceddini i’lâ ve
takdîs eyledi”
Osman Gazi’ye ait sandukanın barok bitkisel süslemeli kadife örtüsü ve sedef
kakma şebekesi bir sanat eseridir, en son 2004 yılında sedefkâr Zafer
Karazeybek tarafından tamir edilmiştir. Türbede on yedi sanduka
bulunmaktadır: Osman Gazi, oğlu Alaaddin Bey, Orhan Bey’in eşi Asporça
Hatun, Orhan Gazi’nin Asporça’dan oğlu İbrahim ve I. Murad’ın oğlu Savcı Bey
olarak sadece beş tanesinin kimlere ait olduğu bilinmektedir. Çeşitli
dönemlerde Osmanlı veya diğer İslam ülkelerinin ileri gelenleri tarafından
bu türbeye çeşitli hediyelerin verildiği bilinmektedir, günümüzde sadece
ikisi mevcuttur. Bir tanesi hattat Hakkı’nın sülüs yazıyla siyah zemin
üzerine altın yaldızla istiflediği levhadır: “İnnâ fetahnâ leke fethan
mübînen” şeklinde fetih âyeti yazılıdır, altında: “Mekâtib-i İbtidâiye
Muallimleri Cemiyeti İstanbul 1341 Rebiulevvel Cuma ve 27 Teşrînievvel 1338”
tarihleri okunmaktadır. Diğeri ise Bursa Yurdu’nun hediye ettiği kırmızı
atlas kumaş üzerine altın sim ile işlenmiş beş satır halinde: “Bursa Yurdu /
Bismillahirrahmanirrahim/ Allahümme Salli alâ Muhammed/ İnnâ fetahnâ leke
fethan mübînen/ Ve câhidû fî sebîlillâh” yazılı tablo kalmıştır.
|