|
|
Temmuz 1920’de Ankara üzerine saldırıya
hazırlanan Yunan kuvvetleri, Bursa’ya girmişlerdi. Burada geçen olaylar Türk
milli mücadele tarihinin en acı ve en hazin olaylarını teşkil eder. Bursa’ya
giren Yunan ordusunda teğmen olan başvekilleri Venizelos’un oğlu Sofokles
(ki daha sonraları başbakan olarak ülkemizi ziyaret etmiştir) doğruca
Osmanlı devletinin kurucusu olan Osman Gazi’nin türbesine girmiştir. Orada
sandukaya ayağını dayayarak çektirdiği fotoğrafı dünya basınında
yayınlanmıştır.
- “Kalk koca Türk!.. Senden ırkımın intikamını almaya geldim. Bak kurduğun
devlet parça parça oldu. Bursa’yı eski sahibine iade ettik. Zelil neslin
şimdi elimizde bir köle durumunda bulunuyor. Kalk!.. Seni bir kere daha
öldüreyim de ırkımın intikamını alayım!..”
Bir
müddet türbenin içinde kılıcını sallayarak dolaştıktan sonra zafer kazanmış
bir kumandan havasına bürünen Venizelos’un oğlu, ayağını sandukanın üzerine
koyup kılıcına dayanarak fotoğrafçıya şöyle seslenmişti : “ Çek bakalım bir
Bursa hatırası…”
Sofokles
Venizelos Osman Gazi'nin türbesinde
Bu haberler Türk basınında da yankı buluyordu. Bütün ülke kan ağlıyordu.
Artık Yunan orduları Ankara üzerine saldırıya geçmişlerdi. Şehirlerimiz
birer birer el değiştiriyordu. Ordularımız ve ordu birliklerimiz son
savunma hatlarını teşkil edecek Sakarya’nın doğusuna çekilmeye
başlamışlardı. Yunan yanlısı Batı basınında hemen her gün manşetten
verilen savaş haberleri ile bütün dünyanın gözleri Ankara önlerine
çevrilmişti.
Bu acı olayların haberi bütün vatan sathında bir alev dalgası gibi
dolaştığı sıralarda Ankara’da TBMM’de Burdur mebusu olarak vazifesine
devam eden Mehmet Akif Bülbül adlı şiirini bu kederli ortamda bir gece
içinde tamamlar. Akif’in yanında bulunan ve bu şiir yazılırken çekilen
çileleri sonraları yayınlanan hatıralarında çarpıcı bir şekilde nakleden
oğlu Emin Ersoy, Mehmet Akif’in bütün gece hem ağladığını hem de
yazdığını söyler.
İşte Bülbül adlı şiir:
Eşin var, aşiyanın var, baharın var, ki beklerdin;
Kıyametler koparmak neydi ey bülbül, nedir derdin?
O Zümrüt tahta kondun, bir semavi saltanat kurdun;
Cihanın yurdu hep çiğnense, çiğnenmez senin yurdun,
Bugün bir yemyeşil vadi, yarın bir kıpkızıl Gülşen,
Gezersin, hanümanın şen, için şen, kâinatın şen.
Hazansız bir zemin isterse, şayet ruh-i ser-bazı,
Ufuklar, bu’d-i mutlaklar bütün mahkûm-i pervazın.
Değil bir kayda sığmazsın, kanatlandın mı, eb’ada;
Hayatın en muhayyel gayedir ahrara dünyada,
Neden öyleyse matemlerle eyyamın perişandır?
Niçin bir damlacık göğsünde bir umman huruşandır?
Hayır, matem senin hakkın değil… Matem benim hakkım;
Asırlar var ki, aydınlık nedir, hiç bilmez afakım!
Teselliden nasibim yok, hazan ağlar baharımda;
Bugün bir hanımansız serseriyim öz diyarımda!
Ne hüsrandır ki: Şark’ın ben vefasız, kansız evladı,
Serapa Garba çiğnettim de çıktım hak-i ecdadı!
Hayalimden geçerken şimdi, fikrim herc-ü merc oldu,
Selahaddin-i Eyyubi’lerin, Fatih’lerin yurdu.
Ne zillettir ki: nakus inlesin beyninde Osman’ın;
Ezan sussun, fezalardan silinsin yâdı Mevla’nın!
Ne hicrandır ki: en şevketli bir mazi serap olsun;
O kudretler, o satvetler harap olsun, türap olsun!
Çökük bir kubbe kalsın mabedinden Yıldırım Han’ın;
Şenaatlerle çiğnensin muazzam kabri Orhan’ın!
Ne haybettir ki: vahdet-gahı dinin devrilip, taş taş,
Sürünsün şimdi milyonlarca me’vasız kalan dindaş!
Yıkılmış hanımanlar yerde işkenceler altında kıvransın;
Serilmiş gövdeler, binlerce, yüz binlerce doğransın!
Dolaşsın, sonra, İslam’ın harem-gahında na-mahrem…
Benim hakkım, sus ey bülbül, senin hakkın değil matem!
|