|
|
|
Erbak-Uludağ meşrubatlarının kurucusu olan Mehmet Hakkı Erbak'ın oğlu olan
Nuri Erbak 1914'te Bursa'da doğmuş. Babası tarafından yedi göbek Bursalı.
Kendisinden dinleyelim:
"Bizim
o zamanki evimiz neresiydi bakın.
Kebapçı İskender ile
Tayyare Sineması'nın
arasından inen Orhan Sokağı'nda tam karşıdaki binaydı. Bu sokak, hemen
hemen Bursa'nın en eski sokağıdır. Babamın babası Sarayönü'nde (günümüzde
valilik binası çevresi) Bakkal Nuri Bey. Anneannemin evi de şimdiki
Tayyare Sineması'nın karşısında idi. Yerinde
banka var şimdi.... Çocukluğumun geçtiği yer Orhan Mahallesi
ve Orhan Sokağı'ndan
söz edeyim. O sokaktan aşağı inerken sağ ve solda ahşap binalar vardı.
1-2 tane Ermeni ve Rum aile de vardı.
Onların çocuklarıyla oynardık, evlerine girer çıkardık. Annem de, komşu
teyzeler de bu Rum ve Ermeni hanımlarıyla konuşurlardı, ahbaplık ederlerdi.
1920’de biliyorsunuz
Yunan işgali
yaşandı. Ben hiç hatırlayamıyorum çünkü sıtmadan hasta yatıyormuşum. Babam
demiş ki, biz burada oturmayalım, hepimiz bir eve toplanalım. Caddeler daha
emniyetlidir, onun için büyükannemin Sarayönü Caddesi’ndeki evine geçelim.
Böylece taşındık. Bu evin tam karşısında Yunan subayların mahfeli vardı.
Yani şu eski
Dağcılık kulübünün, kebapçının bulunduğu yer. Bir ara da
belediyenin çiçek satış pavyonu olmuştu. Orası subay mahfeliydi, bir nöbetçi
beklerdi kapıda. O da genç çocuk, 18-20 yaşında falan. Tutardı, benim fesimi
alırdı, kendi kafasına takardı. Kendi şapkasını çıkarır benim başıma
takardı.
Bursa Dağcılık kulübü binası
yıkılmadan önce Tayyare Sineması'nın batısındaki ilk binaydı.
Yunanlılar
Bursa’dayken ben mektebe başladım. Nalbantoğlu’ndaki Palanca Hocalar’ın ana
mektebine gittim. Tabi Osmanlı İmparatorluğu zamanı. Sabahleyin derse
başlamadan önce ‘Padişahım çok yaşa’ diye bağırırdık. Ama şunu söyleyeyim,
ben kopkoyu Atatürkçüyümdür. Mektep nasılda biliyor musunuz? Gider
otururduk, böyle uzun bir koridor. Herkesin altında bir şiltesi var. Derste
Kuran’dan bir şeyler öğretirler muhakkak. Elif üstüne, be üstün be falan…
Hocanın da elinde kocaman bir sopa. Sopa değil dal. Dalga geçtin mi, kafana,
kulağına falan çatlatır….. Savaştayız, Yunanlılar muharebeleri
kaybediyorlar. Geceleyin arabalarla yaralılarını taşırlardı. Çevrede evi
olanlar geceleri geçen yaralıların iniltilerini duyarlarmış. Bütün evlerin
önünde birer tane cam fener yaptırmışlardı. Bu cam fenerin içinde ufak bir
kandil yanardı, idare derlerdi ona. Bunu zorunlu tutmuşlardı. Bir ara
Yunanlılar Türk ordusundan dört tane top ele geçirmişler. Bu topları getirip
Ulucami avlusuna koydular, bugünkü İş Bankası’nın karşısına. o zaman
karargah buradaydı. Topların ön tarafındaki çelik siperliklerde ‘La ilahe
illallah, Muhammeden resulullah’ diye yazıyordu.
O sıralarda Bursa’nın ünlü
Alboyacılar Hamamı’nı Nuri Erbak’ın babası işletiyormuş. Bu hamam Orhan
Sokak ile Gümüşçeken Caddesi arasındaymış. İşgal günlerinde Kuvayı
Milliyecilerin buluşma noktası olmuş bu hamam. Zamanla Yunanlılar bunu haber
almış. Bunun üzerine babası İstanbul’a kaçmış ve Cankurtaran’da bir bakkal
dükkanı açmış. Bir süre sonra da ailesi İstanbul’a taşınmış. Kurtuluştan
sonraysa dönmüşler.
Baba Mehmet Hakkı Bey Bursa’ya
dönüşünden sonra bir süre sigortacılık yapmış.
Gazozculuğa geçişi daha
sonra. O sırada Bursa’da iki gazoz üretim yeri varmış. Biri Aliş Efendi ile
Davi Efendi’nin ortak oldukları Sakarya Gazoz Fabrikası. Bulunduğu yer
Altıparmak’tan inerken Çatalfırın’da, CHP’nin eski binasının karşısında.
Yani Nazike Apartmanı’nın tam karşısı. İkincisi ise Kayhan’daymış, bunun
sahipleri de Mustafa Bey ile ağabeyi Köse Hüseyin Efendi. Nuri Erbak şöyle
anlatıyor:
“Bizim hamam sohbet yeri
gibiydi. Akşam oldu mu herkes oturmaya gelirdi. Biz gazozumuzu Mustafa
Beyden alırdık. Mustafa Naci Bey bizi teşvik etti, Mehmet Hakkı Bey, ille
gazozculuk yap diye. Ben bu Yahudi ile uğraşamıyorum, sermayem müsait değil
falan demiş. Böyle böyle derken biz de 1930’da gazozculuğa başladık.
Gazozumuzu adı Nilüfer Gazozu idi. Ben o vakit İstanbul’da okuyordum,
ağabeyimle (merhum İhsan Erbak) beraber. O yıl haziranda okuldan
döndüğümüzde gazoz imalathanesi hazırdı, kurulmuştu. Yeri de, Setbaşı’nda
Mustafa Necip Sokağı idi.
Nuri Erbak 1925 yılında,
Şapka Devrimi'nin yapılmasından birkaç ay önce Atatürk'ü görmesini şöyle
anlatıyor:
"Ben Ünlü Cadde'de, yani
eski
Şafak Sineması'ndan (günümüzde Setbaşı Prestij Sineması) aşağı doğru
inerken yolda duruyordum. Mustafa Kemal Paşa üstü açık bir arabada caddeden
aşağı doğru iniyor. Benim de başımda hasır bir şapkam vardı... hasır şapkamı
çıkardım böyle, selam verdim. Paşa o kadar memnun oldu ki.. Hala gözlerimin
önündedir, böyle memnuniyetle... yani neredeyse arabayı durduracaktı.
Çıkardı şapkasını, O da bana selam verdi. Yanındaki paşa da selam verdi.
Geçip gittiler.."
Nuri Erbak Şapka
Devrimi döneminde babası Mehmet Hakkı Bey'in
Atatürk'ün gezilerini izleyerek
şapka satıcılığı yaptığını da anımsıyor:
"Babam,
Atatürk'ün Şapka İnkılabı'nda İstanbul'dan şapkalar almış bir arkadaşıyla,
Atatürk'ten bir veya iki gün önce onun gideceği yerlere giderler ve
tezgahlarını açarak oraya şapka satarlardı. Ertesi gün Paşa nereye gidiyor?
İzmir'e gidiyor. Haydi İzmir'e.. Haydi bilmem nereye.. Şapkaları böyle
satmışlardı.
Nuri Erbak'ın en değerli
anılarından biri de, hiç kuşkusuz, 5-9 Ekim 1955 günleri arasında İsmet
İnönü'yü evinde konuk etmesi.
1955’de, 6-7 Eylül
olaylarından sonra örfi idare (sıkıyönetim) ilan edildi, İstanbul, Ankara ve
İzmir’de. CHP Parti Meclisi de Bursa’da toplanmak zorunda kaldı. İl başkanı
Dr. Edip Rüştü Bey ile durumu konuştuk, paşayı misafir edebileceğimi
söyledim. Evimiz o zaman Çekirge’ye doğru giderken sağ tarafta iki katlı bir
ahşap evdi. Vaktiyle burası İspanyol Konsolosluğu imiş. Bugün Orman
Müzesinin tam karşısında. Paşa Mudanya üzerinden geldi. CHP binası Maskem
Caddesi’nde, postanenin hemen üzerinde köşedeydi. Dr. Talat Şahin Beyin evi.
Ahşap bir bina.
İsmet Paşa gelince halk hücum etti, içeri gireceğiz diye.
Kimseyi çıkartmadılar, “kardeşim eğer dışarı çıkmazsanız bu bina yıkılır”
dediler. Neyse, paşa indi. Oradan yürüyerek Setbaşı’nda Mahfel’e gittik.
Sonbahar havası vardı, serin. Bahçede oturduk. Çay içildi, paşanın orada
olduğunu duyan ilkokul çocukları geldi. Paşa çocukların çantalarını açtı,
defter kitaplarına baktı, intizamlı mı değil mi diye. Ondan sonra birisinin
tarih kitabını aldı, tarih attı. Tarih atmadan hiçbir şey yapmazdı İsmet
Paşa. İmzasını attı, çocuk pek sevindi. Arkasından bir kız çocuğu daha
geldi, ‘Efendim benim de şu kitabıma imza atar mısınız, ömrümün sonuna kadar
saklayacağım’. Bu durum hepimizi duygulandırdı. O devirde emniyet müdürü
Şebib Karamullaoğlu’ydu, gayet dikkatle işini takip etmiştir. Oradan Yeşil
Kahvesi’ne gittik, İsmail’in kahvesine, şimdi kebapçı oldu…. Benim o
tarihlerde dört kapılı bir Opel arabam vardı, Opel Cadette. Paşayı arkaya
oturttuk. Yanına milletvekili Mebrure Aksoley oturdu. Benim yanıma da Edip
Rüştü Bey oturdu. Eve gelince paşa ‘ben yatacağım’ dedi. Paşa’nın adetiymiş,
her gün 1-2 saat yatarmış. ‘Ben bir saat sonra kalkarım’ dedi. Bakalım
çıkacak mı diye bekleştik kapı önünde. Gerçekten tam bir saat sonra çıktı.
…Paşa bende üç gece misafir kaldı. Cumartesi
Çelik Palas’da yemek yedik.
Pazar da (9 Ekim 1955) Uludağ’a çıktık, Softaboğan’a gittik. Tabi Kasım Bey
(Gülek) Softaboğan’ı görünce hemen soyundu, soğuk sulara girip yüzdü.
Sadrettin Çanga da yüzdü.
Bursa'da Yakın Zamanlar, Yılmaz Akkılıç,
Bursa Ticaret Borsası- Bursa Gazeteciler Cemiyeti yayını, 2006, s.134-144'ten
kısaltarak alınmıştır.
|