Raif Kaplanoğlu
Osmanlı döneminde Bursa’ya
seyahat eden gezginler çok değişik nedenlerle Bursa’ya gelmekteydi.
Diplomatik nedenlerle, XV. yüzyıldan itibaren özellikle Osmanlı sarayını
araştırmak üzere pek çok yabancı gelmişti. Bazen de bu tür görevler elçilik
papazına verilirdi. Bursa’ya gelen Avrupalıların büyük çoğunluğu
tüccarlardı. XIX. yüzyıldan sonra ise Bursa’ya çok sayıda misyonerin
geldiğini görüyoruz. Bir kısım gezginler de, önemli bir tarih kenti olan
İznik ve Bursa’ya araştırma amacıyla gelmişlerdi. Texier, Hammer, Hamilton,
Martin William Leake, George Wheler, Wilde, Charles Fellows gibileri bu
amaçlarla Bursa’ya gelmişlerdi.
Bursa’ya gelişlerin büyük bölümü
turistik bir seyahat amacıyla olmuştu. XV. yüzyıldan itibaren, sırf seyahat
amacıyla gelen turistlerin sayısı sürekli artmıştır.
1897 yılında Clement Huart’a
göre, İstanbul'dan Bursa'ya gezi yapmak insana birden bire bir boşluğa
atılmış hissini vermiyor, basit bir turistik gezi gibi geliyor: “Her yıl bu
gezintiyi yapan o kadar çok insan var ki!.. Avrupa'dan gelip Murray,
Baedekar yahut Joanne rehberlerin en küçük ayrıntısına kadar saptadığı
klasik Akdeniz turnesine devam eden gezginlerden, doktorunun önerisiyle
kaplıcalara koşan hastaların veya sırf dinlenmek isteyenlerden oluşan
yolcular, yılın her iki mevsiminde, yani Mayıs ve Eylül aylarında
yüzlercesini sayılıyor.”
1836 yılında gelen
Miss Julıa Pardoe, 1840’lı yıllarda gelen Bayan Schneider, 1853 yılında
gelen G. William, 1893 yılında gelen Mrs. Max Georgina Müler gibi, Bursa’ya
gelen turistlerin önemli bir kısmının da kadın olduğu görülür.
Bursa’ya
gelen turistler için rehber niteliğinde bir kitabın bulunmaması, gelen
turistler için önemli bir eleştiri konusu olmuştur. Türkiye’ye gelen
turistlerin neredeyse
tümü, ilham kaynağını otel uşaklarından
ibaret olduğunu yazan Delbeuf’a göre: “Ayasofya’yı ziyaret eden herkes,
ülkedeki tüm camilerini keşfettiği yanılsamasına kapılıyor. Gerçekte ise,
içlerinden yalnızca biri Yeşil Cami’yi keşfedebildi.” Gerçekten de Bursa’ya
gelen turistlerin çok azı Bursa’nın güzelliklerini tümüyle görebildiği
anlaşılmakta. Regis Delbeuf, Bursa rehberi olmamasından yakındığı için de
kapsamlı bir rehber kitabı yazmıştır.
Bazı
önyargılı turistleri, Bursa’nın sihirli güzelliği bile etkileyememiştir. Bu
tür önyargılı Avrupalı turistlere rehberlik yapanların hemen hemen tümünün
azınlıklardan oluşması, bu önyargıları pekiştirmekteydi. Bazen de
turistlerin kış veya yağmur-çamur içinde gördükleri Bursa’dan pek
etkilenmedikleri görülür. Ancak Bursa’yı bahar mevsiminde gören tüm
turistlerin müthiş etkilendikleri görülür. Örneğin 1897 yılında Paul Lindau,
bir yıl önce geldiğinde kötü intibahlarını bir yıl sonra yazdığı kitabında
tekzip etmiştir: “Fakat bu kez, pırıl pırıl bir gökyüzü, altın sarısı bir
güneş ve harika bir ilkyaz gününde bayram elbiselerini giymiş muhteşem doğa
bizi karşılıyor. Geçen yıl Bursa üzerine yazdıklarımla bu kez karşımda duran
Bursa arasında dağlar kadar fark var. … Bursa'nın özelliklerini anlatan bir
yazı kaleme almak için güzel bir hava, bunun ön koşulunu oluşturuyor. Havaya
bağlı olarak değişen doğa görüntüsü Bursa'nın en cezbedici yanı. Kim ki
Bursa'ya kötü hava koşullarında gelir ve gözlemlerini kaleme almaya
yeltenirse, Victor Hugo'nun Ren kıyıları üzerine yazdığı, çok konuşulan ve
eleştirilen gezi kitabındaki hatasına düşer.”
Hayrullah Efendi de Bursa’ya üç defa
gelmiş, üç farklı Bursa görmüştü.
Turistleri etkileyen
olumsuzluklar
Bursa’yı ziyaret
eden turistlerin hemen tümü gördüğü konukseverliği hayranlıkla
anlatmışlardır. Sadece Hamilton, Hasanağa Köyünde konaklamak zorunda kalınca
misafirperverlik konusunda diğer seyyahların anlattıklarının aksine, zoraki
bir misafirperverlik içinde olduklarını, yabancı konukların kalmamaları için
çeşitli oyunlar çevirdiklerinden sözeder. Fakat mecburen kaldıklarında ise
köylünün ellerinden gelenin en iyisini yaptığını yazmıştır.
Miss Pardoe’ye göre
“Türklerin konukseverliği o kadar çoktur ki, onlara karşı minnettarlığımı
hiçbir şeyle ödeyemem” derken İnatz von Brenner, “Konukseverlik,
alçakgönüllülük ve minnettarlık gibi erdemlere kültür Avrupa'sından çok daha
sık buralarda rastlanıyor...." yorumunu yapar.
Bursa’ya gelen
turistlerin en çok şikayet ettiği konu, bugün de kısmen varlığını sürdüren
esnafın ısrarcı tutumuydu. Ellerinde mendil vb. birçok ufak çocuk, bugün
Ulcami’nin önünde gelen turistlere saldırmakta. Turisteler, bu sokak
satıcılarının ısrarlı tutumu yüzünden yürüyemez duruma gelmekte. Aslında
Bursa çarşısındaki bu manzaranın asırlardır hiç değişmediği görülür.
Paul Lindau esnafın
bu tutumu şu sözlerle anlatıyor: “Rahatsızlık veren dilenciler gibi,
kokusunu aldıkları müşterinin peşine takılıyorlar ve göz boyamak için
önünüze yuvarlanıveriyorlar. Siz tüm enerjinizle bir düzine hayır deseniz
de, o kaçmak, kurtulmak isteyen müşterisini durdurmak ve olası bir
alış-verişin içine çekebilmek umuduyla 13. kez tekrar deniyor...” Sandison’a
göre esnafın bu tutumu, yabancıları aldatma mantığı içindeki bir halk imajı
çizmektedir.
Miss Pardoe’ye göre
ise “bahşiş”, bir turistin Türkiye'de öğrendiği ilk sözcüktür: “Bahşiş,
armağan anlamına gelir… Sokakta atla geçerken, eldiveninizi ya da kamçınızı
yerden kaldıran çocuk, bahşiş ister. Gösterdiği küçük iyilik karşılığı para
vermek gerekir. Kısacası, bu ülkede bahşiş veremeden hiçbir şey
yaptırılmaz.”
Turistler için
kentlerin güzelliği kadar, gezdiği yerlerde iyi hizmet beklemektedir. Ne
yazık ki Osmanlı dönemi Bursa’sında turistlere yönelik ciddi bir hazırlık
görülmez. Bayındırlık hizmetlerinin kötülüğü de turistleri etkiler. Von Der
Moltke, “Tüm Türk kentlerinde olduğu gibi Bursa'da da muhteşem görünüşün kente
girer girmez ortadan kaybolduğunu” yazar. 1793 tarihinde şehre gelen Alman
seyyah Von Ignatz von Brenner, yolların ufak ve labirent gibi olmasından
şikayetçi olurken, 1840 yılında Bursa’ya gelen Baptistin Poujoulat’a göre
ise tam tersine: “Anadolu'da sokakları bu kadar geniş, bu kadar temiz olan
ve bu kadar iyi kaldırımlarıyla döşenmiş hiç bir kent” olmadığını yazıyor.
Captain Spencer de Bursa’yı, “Çamur ve kötü kokular içinde” bulmuştu.
XIX.
yüzyılın ikinci yarısına kadar, Bursa’da iyi bir otel olmadığı için hizmet
konusunda turitlerin çok şiketyetçi oldukları görülür. Max Georgina Müller,
Bursa’nın en ünlü otelinde kalmasına karşın iyi ve temiz bir servis
alamamış: “Her şey berbattı, özellikle yemekler çok kötü ve pisti.”
Schneider de hizmetten şikayetçidir ve
hatta Lord Byron’un şu sözünü hatırlatır: “Her şey bir cennet gibi, fakat
halk!..” Miss Pardoe Bursa’daki hizmetin kötülüğünü anlatırken şu benzetmeyi
yapmıştır: “Daha önceden Bursa kaplıcaları kadar, tahtakurularının da ünlü
olduğunu duymuştum...”
Bursa’ya gelen turistlerin
beklentileri
Delbeuf’a göre; “İstanbul’u ziyaret eden bütün akıllı ve meraklı yolcular
Bursa’ya kadar gitmeli. Çünkü Osmanlı İmparatorluğu’nun beşiği Bursa’yı
görmeden, ne o
imparatorluğu iyice tanımak, ne de iyice
anlamak mümkündür… Pausanias’tan, Pierre Gilles’e kadar, Chateaubriand’dan
Theophile Gautier’ye kadar, bütün yolcular Boğaziçi kenarlarını ve Haliç’i
betimlediler, ama onlardan hiçbiri Bursa’yı görmedi. Hiçbiri ondan
bahsetmedi. O
kadar ki, kıyas kabul etmez bu şehir,
günümüze dek efsanevi Orta Asya kentleri gibi az tanınmış kaldı…”
XIX.
yüzyılda Bursa’ya gelen misyoner Schneider; “Kimse bu büyük, renkli, zengin
manzara karşısında seyretmekten yorulmaz. Ve uzaktan, buradaki
uzaklıktan bakıldığında, herhangi bir yerde
olduğu gibi “görüntünün geçici büyüsü” en yüksek düzeyde davete dönüşür”
derken, Şerafettin Mağmumi’ye göre “Bursa'da gezilecek o kadar yer var ki,
bitirilmez.”
Türklere karşı
önyargılı bir turist olan Captain Spencer bile Bursa’dan etkilenmiştir:
“Uzaktan Bursa peri masallarına layık görünüyor; Olimpos Dağı göklere kadar
beyaz kafasını herkesin önünde çıkarırken, zengin bir bitki, bahçe ve orman
örtüsüne karışmış olan her çeşit minare, kubbe, köşk ve kuleler vardı”.
Bursa’ya gelenlerin
önemli bir bölümü şifa bulmak için kaplıcalara gelmişleredi. Bursa’ya
gelenlerin hemen tümünün de ipekli veya havlu aldıkları çarşıda, mutlaka
Bursa kebabı yediği görülür.
Ruhaniyetli şehir Bursa
Bursa’ya gelen bazı gezginlerin,
özellikle Pınarbaşı’ndaki tekke ve derviş yaşamına ilgi gösterdiği görülür.
Bazen de sırf bu sufi özelliği, Bursa’ya turistleri çekmiştir. Bazı
turistler, bu nedenle de İstanbul ile Bursa arasındaki bir karşılaştırmada
Bursa’yı daha dindar bulmuştur. Miss Pardoe’ye göre Bursa: “Dar kafalı ve
batıl inançların yeri” olarak kalmış. Mari de Launay da Bursa’daki tekkeleri
ve tekke yaşamını uzun uzun anlatmıştır.
Lubenau da kendi
etrafında dönen (Mevlevi) dervişleri izlemek için Pınarbaşı’na gitmişti.
Birçok gezgin Abdal Murat Tekkesini görmek için dağa çıkmıştı. J. H. A
Ubicini ise Bursa’nın dinsel özelliğini şu sözlerle açıklıyor: “Bursa,
Osmanlıların gözünde bir tapınak, adeta bir Hac yeridir. Tıpkı Bağdat gibi
Burcü'l-evliya lakabına layıktır. Fakat Bağdat bir Arap, Bursa ise katıksız
bir Türk kentidir.”
Baptistin Poujoulat
da: "Şimdiye kadar gördüğüm tüm İslam şehirleri içinde Bursa'yı, tam bir
Asyatik (Asya tipi) bir yer olarak gördüm. Hiçbir şeye benzemek pahasına
Osmanlı imparatorluğunun birkaç kenti Avrupa kenti haline dönüşürken, Bursa
Doğu’lu simasını ve Kuran'ın şiirselliğini korudu.” Evliya Çelebi de,
Bursa’nın sufi özelliğini şu cümleyle özetler: “Bursa ruhaniyetli bir
şehirdir”
Hoşgörülü Bursa
Bursa bir taraftan İslamiyet’in
en koyu yaşandığı bir yer olarak düşünülürken, diğer yandan da Gayrimüslim
turistlerin hiçbir güçlük yaşamadan gezdiği bir yerdi. 1767 yılında Bursa’ya
gelen Carsten Niebuhr: “Benim de Müslümanların hoşgörüsünü tecrübe etmeye ve
bir olaya meydan vermeye niyetim yoktu. (Handaki mescitte) namaz vakitlerini
bildirmek üzere hanın kapıcısı olan bir Ermeni davul çalıyordu. Bunu görmem
beni cidden rahatlattı.” Daha sonra bu gezgin, Ramazan ayında kaldığı
handaki bir Müslümanın herkesin içinde tütün içtiğini anlatmıştır.
1864 yılında Georges
Perrot’a göre, ipek ticareti yüzünden Avrupalı görmeye alışık olan Bursa
Türkleri hiç fanatik değillerdi: “Seve seve camilerine Avrupalı gezginlerin
girmesine izin veriyorlardı.” Hatta bu turist, 1857 yılında Bursa'da bir
şeyh oğlunun sünnet düğünü nedeniyle, tüm dervişlerinin yer aldığı büyük bir
ayine katılmasına izin verilmişti.
1869 yılında
Alexander von Warsberc da daha ilginç bir örnek vermektedir. Tophane’deki
manastırda haç işaretli sütunların camide bulunmasını büyük bir hoşgörü
örneği olduğunu düşünür: “Avrupa'ya dönünce hep onu sordum oradaki
insanlara; Türklerin hoşgörmezliğinden yakınanlara sordum; camilerini ele
geçirip oralarda namaz yerine ayin yaptırsaydınız, Hıristiyan duaları
okutsaydınız, acaba tepesinde alem ile tuğrayı da dokunmadan saklar
mıydınız? Burada mermer blokları arasında rastladığım haç işaretlerinin
yüzlerce yıl öylece saklanması, bence onlara saygıdan ileri gelmiyor. Hayır,
Türkler kendi dinsel inançlarının, yabancı bir dinin kalıntılarını yok
etmeye elvermediği kanısındadırlar.”
Tarih Kenti Bursa
Bursa’ya
gelen turistler için elbette en önemli gezi alanı tarihi yapılarıydı.
Osmanlı Devleti’nin ilk başkenti sayılan Bursa’nın özgün eserleri,
turistlerin her zaman ilgisini çekmiştir. Gelen turistlerin en çok, Ulucami
ile Tophane’deki Orhan ve Osman Türbelerine
ilgi gösterdiği görülür. Yeşil ve Muradiye
ise daha sonraki yıllarda turistlerin ilgisini çekmiştir.
Osmanlı
döneminde Bursa’ya gelen gezginlerin, bugünkü Bursa’da önemsenen anıtlardan
farklı anıtlara ilgi gösterdiği görülür. Dünyada ancak dört tane bulunan,
üzerinde dükkan olan Irgandı Köprüsü turistlerin en çok ilgisini çeken yapı
olmuştur. Bursa’da çekilen en eski fotoğraf da bu köprüye aittir. Evliya
Çelebi ve Katip Çelebi bu köprüden uzun uzun sözetmiştir. 1842 yılında
Bursa’ya gelen
Ida Preiffer Irgandı için: “Böyle bir şey
ne Suriye, ne de Mısır’da gördüm. Bursa’daki bu yapının Ortadoğu’ya ait
olduğunu sanıyorum” derken, XIX. yüzyılda Thomas Allom da Irgandı
Köprüsü’nün Bizans'tan kalma olduğunu düşünmüştür.
Turistler için
Bursa’nın siluetinde, ilk dikkat çeken minarelerdir. Robert Walsh, ilk
izlenimlerini aktarırken “Bursa, minarelerle diken dikendir” ifadesini
kullanır. Howard da, hemen her ağacın yanında, her fidanın arasından
bembeyaz şirin minarelerin yükseldiğinden söz eder. Miss Pardoe da Bursa’ya
özgü minareleri şöyle özetler: “Alçak minareler, İstanbul’un mavi gökyüzüne
doğru ok gibi fırlayan o gururlu ve çok yüksek bir hayalin yarattığı ince,
uzun minarelerinin, sanki karikatürü gibi gözüküyordu. Bu minareler,
güzelliklerini lodos rüzgarıyla yok etmişlerdi”
Bursa’ya gelen hemen
hemen tüm turistlerin mutlaka uğradığı bir yer vardır ki, o Kapalıçarşı’dır.
Turistlerin bazıları han-kervansarayların büyüklüğünden, bazıları ise
mutlaka çarşının zenginliğinden sözetmiştir.
Olimpos’tan Keşiş Dağı’na Uludağ
turizmi
Osmanlı
döneminde Bursa’ya gelen hemen her turistin Uludağ’a çıkmak istediği
görülmektedir. Miss Pardoe Bursa için, hatta ülkemiz için Uludağ’ın önemini
anlatmak için bir fıkra anlatır: “Geveze bir berber, müşterisinin yüzünü
tıraş ederken ona, yabancı ülkelere yaptığı yolculuklar hakkında sorular
sorar. Mısır'a, Yunanistan'a, İspanya’ya, Portekiz'e, Doğu ve Batı
Hindistan’a gidip-gitmediğini sorunca, müşterisi saydığı tüm bu ülkelere
gittiğini söyleyince:
-“Gerçekten siz iyi
bir turistsiniz. Herhalde Paris'i gördünüz, değil mi?” deyince müşterisi
“Hiç görmedim” yanıt vermiş. Berberin tepkisi şöyle olmuş:
-“Paris'i hiç görmediniz mi? Ya!..
Öyleyse siz hiçbir şey görmemişsiniz..."
Bu fıkranın sonunda
Piss Pardoe, Doğu’ya yolculuk eden turistler için şu uyarıyı yapar:
“Türkiye'nin her yöresini gördükten sonra, Uludağ'ın doruğunda bir çubuk
içmeden dönülürse, yerlilerce, ‘hiçbir şey görmemiş’ sayılır”…
Bizans öncesinde
Tanrıların yaşadığı ve Olimpos olarak anılan Uludağ, Bizans döneminde 200
kadar manastır ile binlerce keşişin barındığı bir dağın olarak taşıdığı
gizem, her Batılı turistin ilgisini çekmiştir. Nitekim 1588 tarihinde Alman
seyyah Reinhold Lubenau, Uludağ’da bulunan eski bir manastırda, keşişlerle
birlikte ayin için çıkmıştı.
Gezginlerin bir
kısmının, bugün adı ve yeri hiç bilinmeyen Yediuyurlar Mağarası için
Uludağ’a çıktıkları görülür. Polonyalı Simeon bu konuda şunları yazar:
“Kentin öbür tarafında Yedi Genç'in ölüm uykusuna daldıktan sonra tekrar
dirildikleri ve mezarlarının hala bulunduğu Keşişdağı denilen Olimpos Dağı
vardı. Dağın zirvesinde halen harap durumda bir kilise vardır. Kilisenin
bulunduğu yere kadar dağa çıktık; fakat daha yukarıya gidemedik.” Richard
Pockocke ise, Olimpos Dağına, Asab-ı Keyf'in anısına yapılmış bir manastır
bulunduğu için Keşiş Dağı denildiğini yazar.
Bazı gezginler de
Uludağ’a, zengin flora ve faunası (doğal bitki örtüsü) için çıkmıştır. Çünkü
bugün dünyada sadece Uludağ’da bulunan onlarca bitki, onlarca hayvan türü
var. Bu özelliği de bazı turistleri kendisine çekmiştir. Bazı turistlerin
de, Osmanlı Devletini kuran Yörüklerin atalarını bulmak için Uludağ’a
çıktığı görülmüştür. Bölgemize gelen turistlerin birçoğunun İznik gölü ile
Apolyont gölünün çekiciliğine kapılıp bu yörelere gittiği de görülür.
Uludağ’ın gizemli
yüzü turistleri kendisine çekerken, çok tehlikeli bir alan olduğunu da
söylemek gerekir. Nitekim 1893 yılında ünlü İngiliz yayın kralının oğlu olan
Mr. Macmillan, Uludağ’daki gezi sırasında kaybolmuştu.
Yeşil Bursa
1840’lı yıllarda Bursa’ya gelen
Dr. Bernard, Bursa’nın baharını şöyle anlatıyor: “Bursa, doğanın en hoş
güzelliklerini sunduğu bir köşedir. İlkbaharın tazeliği ve yeşilliği, kır ve
ovalarının hoşluğu, su ve havasının güzelliği insana neşe verir. Güneşin
sıcaklığı karlı dağların serinliğiyle ılıklaşır. Dağ eteklerinden akan
sularla kırlar ve ovalar yıkandığı için havası çok tatlıdır.”
Richard Pockocke de
Bursa’da gördüğü manzarayı şöyle betimliyor: “Ağaç ve dut ağaçlarından
oluşan bu karışım, dünyanın en güzel görüntüsünü oluşturuyor.”
Carsten Niebuhr ise,
“Bursa’ya doğru önünüzde verimli ovayı kucaklayan harikulade bir manzara
göze çarpar.”
Alexander
von Warsberc: “Her yanı sarmaşıklar kaplamış, zamanın ve
zorbalığın açtığı yaraları sanki bu canlı yeşillik örtüyor. Kaya duvarların
neresinden bir toprak parçası fışkırmışsa orada bir gül çıkmış, defneler
yeşermiş, bahçeler üremiş” derken, George William şunları yazar: “Bursa'ya
gidenler için, her adımı birbirinden daha cazip kent. Kent servi ağaçlarıyla
dolu bir ovadan yükselir… Anadolu'nun bu tanıdık göğünde, bu nefis gün
batışı altında yolumuza devam ederken, karadut ve servilerin renk senfonisi
gökyüzünün binbir rengini damıtırlarken, kayalıklar solan ışıklar altında
her dakika daha bir pembeleşiyordu. Her şey bütünüyle Şark, her şey tümüyle
büyüleyici.”
Ekrem Reşit Rey’e
göre, Bursa’nın ilkbaharı çok farklıdır: “İlkbaharda (her yer) öyle bir
yeşil ki, misli yoktur. Adeta parıldar. En açık yeşilden en koyusuna kadar
gider, karışır ve harikulade bir levha arzeder. Bursa’ya gelir gelmez, yolcu
kendisini bir kaç asır geride hisseder. En ufak bir rüzgarda hışırdıyan bu
nebati nehir hakiki bir nehirden daha hassastır.”
Miss Pardoe, “Hiç
böyle güzel bir kentten geçmemiştim” dedikten sonra şunları yazar: “Sonsuz
bir biçimde uzanan ovalar, dev gibi ağaçların eteklerine yayılmışlardı.
Güzel, tanımsız kokulu otlar, her renk çiçek açmış ağaçlar hep yolumuzun
üzerinde sıralanmışlardı. Ortası altın sarısı benekli leylak rengi laden
ağaçları, kokulu kozası ile kar gibi beyaz kına ağaçları, yabani hatmi
çiçeği, gök mavisi renginde ve kır papatyası büyüklüğünde firuze çiçeği,
yolun yanındaki kayalıkların arasından fırlayan ve kötülükle savaşan iyilik
gibi, kayalıklarla çelişki içinde, olduğundan iki kat daha güzel gözüken arı
kovanı çiçeği, her yaprağı sürekli olarak titrediğinden kaynanadili denilen
parlak sarı bir çiçek, mis gibi kokulu eflatun renkli nişasta çiçeği, yabani
güller, hanımeli ve hepsinden üstün, biraz küçük, ama soluk pembe rengini ve
güzelliğini olduğu gibi koruyan aşk çiçeği ve tanımadığımız daha birçok
çiçekler kırları, yolları doldurmuşlardı. Kelebekler küçüktüler. Renkleri
koyuydu ve pek çoktular. Çevremizi saran kuşların türleri de değişikti.”
Von
Moltke de, açık yeşil yaprakları göz alabildiğine her yanı kaplayan
bereketli bir ova olarak betimlediği Bursa Ovası için,
şunları yazar: “Tablonun ön tarafı ne kadar
cana yakınsa, uzaklarının görünüşü de o kadar muhteşem. Çiçekteki üzümler
havayı kuvvetli bir muhabbet çiçeği kokusuyla dolduruyor, buna alabildiğine
yetişip azmış hanımelleriyle adını bilmediğim sarı bir çiçek de yardım
ediyor. Osmanlı hükümdarlarının her iki başkentinden hangisinin, eskisinin
mi, yoksa yenisinin mi, Bursa'nın mi, İstanbul'un mu yerinin daha güzel
olduğunu kestirmek gerçekten çok güçtür. İnsanı büyüleyen şey, orada deniz,
burada karadır. Birinde tablo mavilerle ötekinde yeşillerle işlenmiştir.
Asmalar muazzam ağaç gövdelerine sarılır ve dallara asılır. Oradan da tekrar
yere sarkar. Beri yandan hanımelleri ve çiçekli sarmaşıklar da asmaların
üzerine atılır. Spreewald'e bakan Lübenau kulesinden başka hiçbir yerde bu
kadar geniş, bu kadar baştan aşağı yeşil manzara seyretmedim.”
Ubucini de,
“Uludağ’a çıkarken yaseminler, hanımelileri ve zakkum ağaçlarıyla süslü
Nilüfer Çayına akan sayısız akarsuların suladığı bu vadinin güzelliğini ve
verimliliğini ifade edecek kelime bulmak zor” olduğunu yazar. Baptistin
Poujoulat ise, doğudan batıya kadar, doğadaki tüm renklerin armonisine Bursa
Ovasına batkın olduğunu yazar: “Zorla tarif ettiğim bu manzaraya bu mavi
göğü, bu parlak Asya güneşini manzaraya ekleyin de Bursa size en canlı, en
parlak en göz kamaştırıcı sahneleri gösterecek. Bursa aslında sanki 1001
Gece Masalları'ndaki gerçeküstü şehirleri gibi idi. Kraliçe Isabelle
zamanında İspanya'dan sürgüne gelen Yahudiler, Bursa'yı görünce işte ikinci
bir Granada'ya kavuştuklarını sanmışlardır.”
Ünlü
Türk coğrafyacısı Katip Çelebi de, Bursa’nın ağacı ve meyvesinin çok olduğu
yazdıktan sonra: ”Özellikle erguvan ağacı boldur. Bazı yerlerinde güzel nar
ve limon ağaçları” olduğunu yazar. İnatz von Brenner ise Bursa’daki
çiçeklerin güzelliklerini şu satırlarla betimler:
“Yabani lavanta çiçeği, melisa, kekik ve
daha yüzlerce çiçek ve bitki yoldan geçenlere en hoş kokularını sunmak için
yarışıyordu. Tepeden bakıldığında, Bursa ovasında görülen manzara kadar
başka ki, hiçbir manzara bu kadar romantik değildir. Bir ilkyaz incisi gibi
gözüken ova ve gerçek doğu manzarası, başka hiçbir yerde görülmeyecek kadar
güzel. Tüm Türk kentleri arasında Bursa en sevimli ve şirin olanı; yeşiller
arasında parıldayan ve ışıldayan çok güzel bir kent. İnsan yüksekçe bir
tepeden kente doğru baktığında, gözünüzün önünde ancak düşlerinde
görebileceği bir kentin uzadığını görür.”
Hartmann, Uludağ’ın
yamaçlarında gördüğü manzarayı şu ifadelerle dile getirir: “Aşağıya doğru
teraslar halinde alçalan, ormanlarla ve karlarla kaplı dağlar arasındaki bol
yeşilli Bursa'nın sunduğu manzara bir harika!.. Bursa'nın çevresi, gerçekten
de, çeşitli meyve ağaçlarından, servilerden, akasyalardan, kestane
ağaçlarından ve çınarlardan oluşan ormanlarla çevrilidir. Kent içinde ve
çevresindeki sular, Doğu'da ender rastlanacak bir bitki örtüsünün
yetişmesine yol açmış ve de Bursa'nın yeşil sıfatıyla anılmasını
sağlamıştır.”
Paul
Lindau,
“Körfez gözden kaybolduğunda, önümüzde
yeşilliğin ortasında parlak gri perçem gibi duran çaylar, yemyeşil ovayı
çevreleyen bir dizi yükselti ve üzerinden karı hiç eksik olmayan heybetli
Olimpos'un tamamladığı muhteşem manzara uzanıyor. Henüz çok uzaklarda bile
Olimpos'un eteklerini saran yeşillik ve yukarıya doğru uzayıp giden
grilikler hemen göze çarpıyor. Biraz ilerleyince kubbelerin, minarelerin,
türbelerin ve kaplıcaların çizgileri belirginleşmeye başlıyor. İşte
Bursa!..”
“Bizler için, yani insan avı
kültürünün yorgun düşürüldüğü bizler için bu topraklar, sessizlik, barışçıl,
yeterlilik ve yeşil düşler soluyor. Gelin burada evlerimizi kuralım ve
buralarda yaşayalım!.. Günlük yaşamın ağır nabız vuruşlarıyla geçtiği Doğu
bizler için gerekli çevresel olanaklar sunuyor. Buralarda doğa da, yarı
bilinç halinde ağır ağır keyfin mahmurluğunu yaşıyor...”
1842
yılında Ida Preiffer, “Çok güzel bir manzara var. Doyulmaz bir güzellik
içinde.
Böyle güzel görüntüleri bir de İsviçre’de
görmüştüm” derken, Robert Walsh tüm gezginlerin sözlerini özetler: "Doğa,
Bursa'yı sanki Türkler için yaratmış."
Sonuç
Turistler için yıllar içinde
Bursa’nın özelliklerinin değiştiği görülür. Bunun önemli nedeni, Bursa’nın
yıllar içinde bazı ilgi çeken özelliklerini yitirmesidir. Örneğin, gelen
turistlerin en çok önemsediği Bursa’nın yeşili bugün büyük ölçüde yok
olmuştur. Yine kentin o tarihi dokusu ve eski evleri, sokakları da yok
olmuştur. Yine 19. yüzyıldan önce en çok ilgi gören Irgandı Köprüsü de
yıkıldığı için son bir asırdır hiç ilgi görmemekteydi. Geçen yıl yeniden
yapılan Irgandı Köprüsü’nün turistlerce yeniden ilgi görmesi için çalışma
yapılmalıdır.
Uludağ’a, her
dönemde Bursa’da turistlerin ilgi gösterdiği görülmektedir. Uludağ, bugün de
Bursa’nın en önemli turizim merkezidir. Ancak bugün Uludağ, neredeyse sadece
kayak ve kış turizmi olarak kullanılmaktadır. Oysa 1960’lı yıllara kadar
Uludağ’a yapılan seyahatlerin en büyük nedeni, doğal yapısı ya da
manastırlar idi. Bu nedenle, Uludağ’a yaz aylarında alternatif turizm olarak
manastır gezileri ya da doğa yürüyüşleri projelendirilmelidir.
Bursa’ya gelen
özellikle yabancılar için yeterli rehber kitapların olmaması da
alaştırılmıştır. Bu sorun günümüzde de sürdüğü için, özellikle yabancı
turistler için Bursa rehberi hazırlanmalıdır. Bursa’da, 19. yüzyılın ikinci
yarısına kadar turistlerin kalabilecekleri doğru dürüst bir otelin olmaması,
ya da hizmetin kötü olması turistlerin en çok şikayet ettiği konular. Daha
çok özellikle çarşıdaki esnafın tutumu turistler tarafından sıkça şikayet
edilen konulardı. Ne yazık ki bugün de benzer tutumlar gözlenmektedir.
Özellikle turist otobüslerinin yanaştığı bölgelerdeki sokak
çocutları/satıcılarının ısrarcı tavrı turistleri rahatsız etmektedir.
Kaynak: http://bursatime.blogcu.com/turistlerin-gozuyle-bursa/4918581
|