|  
 
	  
	
	Bursa ve İtalyanlar 
	  |  | 
 
	                                                                                    
	  Alaattin DikmenYıllar sonra dar bir vakitte Emir Sultan 
	Mezarlığı ziyareti yaptım. İnsan mezarlıklarda tarifsiz duygular yaşıyor 
	gerçekten. Mezarlıklara; “tefekkürün istikamet bulmasına vesile olan 
	mekânlar” denilebilir. Mezarlar arasında dolaşırken, 
	küçük bir çam ağacının altında duran bir mezar taşındaki yazı, 
	düşüncelerimden yıldırım hızıyla çekip alıverdi beni. Mezar taşında sadece 
	isim ve tarih yazılıydı. Ve isim bir yabancıya aitti: Hubert Sondermann (D. 
	1902-Ö. 1976).
        
	
	 
 Her şehrin önemli kabul edilen bir mezarlığı vardır. Oralarda yer bulmak 
	oldukça güçtür. İşte Emir Sultan Mezarlığı, Bursalılar için böyle bir 
	mekân... Birçok kişinin oraya gömülme isteğine cevap verilemezken, bir 
	yabancı nasıl ve neden buraya gömülmüştü? Bursa, Osmanlı’nın önemli 
	şehirlerinden biri olduğu için, her dönemde cazibe merkezi olma özelliğini 
	korumuş, burada gayrimüslimler Müslümanlarla asırlarca birlikte yaşamıştı. 
	Bunların kendilerine ait mezarlıkları olmasına rağmen, bir yabancının 
	burada, Müslüman mezarlığının tam ortasında, ne işi olabilirdi Mezarlığın batı kapısının ön kısmında, hediyelik 
	eşya satıcılarının olduğu yere çıktım hemen. Oradaki satıcılardan birine 
	mezarlık görevlisini nasıl bulacağımı sorduğumda, arkama dönmemi istedi ve 
	karşıdan gelen üç kişiyi işaret etti: “Bak bu gelenler senin aradığın 
	kişiler.”
 
 Mezarlık görevlileriyle Sondermann’ın kabri başına kadar indik. Çok az da 
	olsa onun hayatından bahsettiler. O zaman bir defa daha, gerek burada 
	gerekse diğer kabristanlardaki her bir mezarın, uzun veya kısa, benzer veya 
	ayrı, ama mutlaka aynı yerde biten bir hikâyesi olduğunu düşündüm. Bu 
	hikâyelerin en değişik olanlarından biri önümde duran mezara ait olmalıydı. 
	Verilen kısa bilgiler ise hikâyeyi netleştirmeye yetmediği gibi, merakımı 
	iyice kamçıladı. Emir Sultan Mezarlığı’nda bir yabancının kabri vardı. Bu 
	araştırılmaya değer bir durumdu.
 
 Sondermann’ın hikâyesi, çok uzaklarda bir yerlerde başlamıştı. Başka 
	memleketlerde…
 
 Hubert bir Alman ailenin çocuğu olarak Almanya’da dünyaya gelir. Ailesi 
	İsviçre’ye göç edip yerleştiği için orada büyür ve İsviçre vatandaşı olarak 
	yaşar. Mühendislik eğitimi alır, ve başarılı bir makine mühendisi olmasının 
	yanı sıra bir firmanın da iş ortağı olur. 1957’de Uludağ’a, ulaşımı 
	kolaylaştırmak maksadıyla teleferik yapma kararı alınır. İhaleyi 
	Sonderman’ın firması kazanır. Sonraları Bursa’nın önemli bir nişanesi olan 
	teleferik işletmesini kurma işini de mühendis Sondermann üstlenir ve 
	Türkiye’ye gelir. Bu gelişin maksadı, her ne kadar Bursa ile Uludağ’ın 
	teleferik yoluyla birbirine bağlanması olsa da, asıl bağlantı Sondermann ile 
	Türk insanının sıcacık yüreği ve inancı arasında olacaktır. Öyle de olur.
 
 Sondermann 1958’in ilk aylarında Bursa’ya gelir. Gelir gelmez birlikte 
	çalışacağı ekibi kurar ve işe koyulur. O dönemin teknik ve ekonomik 
	şartlarında sarp kayalık yamaçları, dereleri, tepeleri, ormanları aşıp 
	Uludağ’ın zirvesine teleferik hattını ulaştırmak oldukça zordur. Çoğu zaman 
	merkep, katır ve atlar kullanılır. Ama hepsinden önemlisi bire bir insan 
	gücü ve emeği vardır zirvelere doğru uzayıp giden tellerin her bir 
	karışında. Yıllarca yaz kış devam eden zorlu çalışmalarda, kumanyanın 
	gecikmesi yahut çeşitli sebeplerle ulaştırılamaması neticesinde aç kaldığı 
	çok olmuştur çalışanların. Böyle durumlarda, ot türleri dâhil yenilen ne 
	varsa, toplamışlar ve oturup işin başındaki bu yabancı mühendisle birlikte 
	yemişlerdir. Teleferik kabinlerinin makarayla üzerinde kayacağı telleri 
	taşıyacak olan büyük demir direklerin yerlerine dikilmesi, istasyonların 
	kurulması, yüzlerce metre uzayıp giden demir halatların gerilmesi oldukça 
	meşakkatli olmuştur. Yıllar süren çalışmalardan sonra, Uludağ’ın 
	eteklerinden başlayarak zirvesine kadar uzanan bir hatta insan emeği ve 
	azminin bir imzası olan, Türkiye’nin ilk teleferiği 1963 yılında hizmete 
	girmiştir. Yani, “Yeşil Bursa” nın, güven ve itminanla eteklerine tutunduğu 
	heybetli dağın zirveleriyle irtibatı, teleferikle sağlanmıştır artık.
                         
	 
 Geçen beş yıllık süre zarfında Sondermann’ın yüreğiyle beyni arasında da bir 
	hayli gel gitler olmuştur. Bursa’da kaldığı süre içinde, Anadolu insanının 
	sıcakkanlılığı, cömertliği, birçok mağduriyet yaşamasına, câhil bırakılmış 
	olmasına rağmen, yüreğini ortaya koyarak gösterdiği paylaşma isteğindeki 
	samimiyet ve inandığı değerler, ona derinden tesir etmiştir. Meselâ daha işe 
	başladığı ilk günlerde ezan sesiyle irkilmiş, yanındakilerden ezanla ilgili 
	bilgi almış, o sesin Müslümanların saygıyla dinlediği ve ibadet saatlerinin 
	geldiğini bildiren bir çağrı olduğunu öğrenmiştir. O günden sonra ne zaman 
	ezan sesi duysa hemen işini bırakıp saygıyla onu dinlemiş, çalışanlardan da 
	aynı saygıyı göstermelerini ister olmuştur. Sonraki zamanlarda Ramazan ayı 
	gelince şahit olduğu oruç ibadetine de derin bir saygı duymuştu. Tamamen 
	Müslüman bir çevrenin içinde birçok Ramazan geçirmiş, onlarla sahurlara 
	kalkmış ve iftarlara katılmıştır. Dahası, Ramazan günlerinin hiçbirinde 
	kimse bir kere olsun, onu bir şeyler yiyip içerken görmemiştir. Bir 
	defasında, Sarıalan mevkiinde arkadaşları oruçluyken sigara içen “Arnavut” 
	lâkaplı kalıp ustasına çıkışmış, yaptığının ayıp olduğunu, kendisinin 
	Hristiyan ve aynı zamanda sigara tiryakisi olduğu hâlde onların yanında bir 
	şey yiyip içmediğini söyleyerek onu bu davranıştan men etmiştir.
 
 İlk dönemlerde, o zamanların en meşhur caddesi olan Altıparmak’ta kalır 
	Sondermann. Oradan, bugünkü teleferik binasının bulunduğu yerdeki şantiye 
	alanına, Bursa’da çok az sayıda bulunan “Ford” otomobiliyle gelir gider. Bir 
	müddet sonra, teleferiğe daha yakın olan 
	Yeşil Camii ile Türbesini kuşbakışı 
	gören bir ev kiralayıp ve oraya yerleşir. Muhtemelen, böyle bir eve 
	yerleşmekle çok sevdiği ezanları, bilhassa Yeşil Camii’den yükseleni 
	dinlemek ve ezanda anlatılanlara şehadet etmek istemiş olmalı; ezanların, 
	Allah’ın var ve bir, Hz. Muhammed’in de (sas) O’nun elçisi olduğuna şahitlik 
	etmesi gibi. Zaten bir müddet sonra, elindeki küçük teybiyle, bilhassa 
	sabahları Bursa’nın selâtin camilerini dolaşıp minarelerinin dibine 
	oturarak, okunan ezanları kaydedecektir.
 
 Kısa sürede mahalleliyle ve çalışanlarla öylesine içli dışlı olur ki, 
	yapılan bütün cemiyet ve davetlerin başköşesinde o vardır artık. Türkçeyi de 
	fazla bir zaman geçmeden öğrenecek ve çevresindekilerle daha rahat diyalog 
	kurabilecektir.
 
 Kadirşinas Türk insanının âlicenaplığına, o da vefa duygusuyla karşılık 
	verir. Öyle ki otomobili âdeta bir servise dönmüştür. Sabah işe geldiğinde 
	orada birikmiş okul çocuklarını arabasına doldurur ve şehir merkezindeki 
	okullarına götürür. Evine gidiş gelişlerde aracı mutlaka çocuk ve 
	yetişkinlerle dolar. Alman asıllı Hubert Sondermann, insanımızı ve 
	değerlerini öylesine benimser ki, artık bizden biri olur. Eskiden üç kıtada, 
	şimdilerde dünyanın her tarafında rengi, dili, dini farklı insanlarla 
	yıllarca birlikte, iç içe ve derin bir hoşgörüyle yaşamayı bilen insanımız, 
	sürekli bahar iklimlerinin esintileriyle nefeslenmiş olan bağrında bir yer 
	de Sondermann için açmış ve onu oracığa yerleştirmiştir. Onun kökünden ve 
	menşeinden gocunmadığımızı hattâ menşeinin unutulmaması gerektiğini 
	hatırlatan bir isimle aralarına alıverirler Onu… O, “Alman Amca”dır artık... 
	Sondermann’ın asıl adı unutulacak ve o bu isimle çağrılacaktır. Bazıları da 
	daha yerli ve daha sıcak bir ifade kullanır onun için: “Alman Emmi…”
 
 Zamanla teleferik işletmeye açılır ve Türkiye’de işi biter Alman Amca’nın. 
	Ama o, ayrılmak istemez. Zaman zaman memleketine gitse de, gitmesiyle 
	dönmesi bir olur. İmdadına oteller bölgesinde oluşturulacak kayak merkezine 
	yapılacak olan telesiyejler yetişir ve her otel onunla çalışmak için sıraya 
	girer. Artık yıllar sürecek bir iş de bulmuştur kendine. Teleferik ve 
	Işıklar mahalleleri de Alman Amcalarından ayrılmamışlardır böylece. Alman 
	Amca’nın disiplinli çalışması, hakkaniyetli olması, kararlı tutumu ve 
	çalışmadaki azmi herkese tesir etmiştir. Tam saatinde işbaşı yapar, ara 
	vermeden çalışır, saati gelince de işi hemen bırakır. Bilhassa çalışma 
	sırasında kullandığı âlet edevatı iş bitiminde mutlaka itinayla temizlemesi 
	ve yerli yerine koyması dikkat çeker. Yanında çalışanlara bildiklerini 
	öğretme konusunda oldukça istekli davranır, oturup konuşma faslını 
	uzatanlara, “Sizler çok konuşuyor az çalışıyorsunuz, oysa sizi Allah 
	görüyor.” diye ikazda bulunur. Ayrıca davet edildiği her yere bir hediye 
	alıp gitmeyi de prensip edinmiştir. Evine de herkes rahatlıkla girip çıkar 
	Alman Amca’nın. Masasında İncil, Tevrat ve Kur’ân-ı Kerim vardır. İslâmiyet 
	üzerinde ciddi araştırmalar yapar. Fırsat buldukça Konya başta olmak üzere 
	belli başlı şehirleri dolaşır. Güler yüzlü ve babacan tavırlarıyla, 
	öğrendiklerini sürekli çevresindekilerle paylaşır ve onları şuurlandırmak 
	maksadıyla bilgilendirir. Öyle ki, İslâmiyet hakkında çevresindekileri 
	şaşırtacak kadar ve onlardan daha iyi bilgiye sahip olduğunu söyleyen çok 
	kişi var günümüzde. Meselâ, yanında birisi bir şey yiyip içse, başlarken 
	“Bismillah” bitirdiğinde de “Elhamdülillah” demesi gerektiğini, “Siz 
	Muhammedanlar yemeye-içmeye başlamadan önce ve yiyip içtikten sonra ne 
	söylersiniz? Hadi söyleyin bakalım!” diyerek hatırlatırmış mutlaka. Bir gün, 
	evine gelen gençten bir bardak su ister. Suyu içmeden önce masanın üstüne 
	bırakır ve gence sorar: “Bu suyun üstünde ve altında ne vardır?”. Genç, 
	“Suyun üstünde su, hava, tavan; altında bardak, masa, beton, yeryüzü…” gibi 
	cevaplar verdikçe hepsine “Hayır!” der. Bu defa dönüp aynı soruyu genç ona 
	sorunca; “Suyun üstü, yani önü Bismillah altı, yani sonu Elhamdülillah’tır.” 
	cevabını verir.
 
 Günden güne Bursa’yla ve Müslüman halkla iyiden iyiye kaynaşan Alman Amca, 
	kendini bu şehre adamak ister. Dönemin yetkililerine ulaşarak Bursa’ya 
	fabrika kurma isteğini iletir. Gâyesi, sevdiği bu toprakların insanlarına 
	bir şekilde faydalı olmaktır. Ne var ki devrin yönetimi ona izin vermez. Bu 
	duruma oldukça içerler. Pes etmez. İkna olurlar niyetiyle birkaç girişimde 
	daha bulunur; ama yine maksadına ulaşamaz. Çok üzülür, öylesine hislenir ki 
	samimi olduğu Müslüman arkadaşlarına sık sık: “Fabrika açmama izin 
	vermediler. Ama Allah bana bu memlekette iki metre yer nasip eder inşallah!” 
	diye içini döker. Bu sözlerde, Alman Amca’nın gönül dünyasında yaşadığı 
	dönüşümlerin net ve kesin izlerini görmek mümkündür. Artık onu, 
	Yugoslavya’nın “Kızıl Ordu” tarafından işgâl edildiğini duyduğunda oturup 
	hıçkırarak ağladığını görünce şaşıranlar, “Besmele” çekerken, 
	“Elhamdülillah” derken ve hattâ âletlerini koyduğu odada namaz kılarken 
	gördüklerinde şaşırmayacaklardır. Ama o, yakın arkadaşlarına, öldüğünde 
	“Emir Sultan Mezarlığı’na gömülmek istediğini” söyleyince hayretleri 
	artacaktır sadece.
 
 1976 Ağustos sıcağında, Rezzak isminin tecellisine âyinedarlık eden Bursa 
	Ovası’ndaki meyve ve sebzeler olanca hararetle olgunlaşırken, 
	Uludağ’ın 
	zirvelerinde, Rahmân isminin tecellisi olarak serinlik insanların üzerinde 
	dolaşıp duruyordu. Sondermann yaz aylarını, aynı zamanda danışmanlığını 
	yaptığı dağdaki otellerin birinde geçiriyordu. Bursa’nın Alman Amcası, 
	yıllarca bin bir emek harcayarak kurduğu teleferiğe binerek geldiği zirvede, 
	gönül ve akıl melekeleriyle Allah’a doğru yükselip giden bağlantılar 
	oluşturmayı başarmış lütfa mazhar kullardanım dercesine, Uludağ’ın 
	zirvelerinde Hakk’a yürür.
 
 Önce ailesine haber verilir Alman Amca’nın, sonra İstanbul’daki İsviçre 
	Konsolosluğu’na. Konsolosluk yetkilisiyle birlikte bir cenaze aracı da 
	gelir. Fazla geçmeden İsviçre’deki oğlu ve kızı da gelirler. Yetkili, Alman 
	Amca’nın başucundaki vasiyeti inceler şaşkınlıkla. Oradakilere döner ve “Muhammedan 
	bu!, Muhammedan!” der, oğlu meseleyi doğrulayınca, konsolosluk yetkilileri 
	hızlıca oradan ayrılırlar.
 
 Bir Ağustos ikindisi, nice erenlerin ve gönül erlerinin konulduğu, kendisi 
	için ebediyet duasının okunduğu Emir Sultan avlusundaki musalla taşına, bu 
	defa, çok uzaklarda bir yerlerde başlayan bir hikâyenin son kelimeleri 
	konur. Alman Amca’nın Müslümanlığına şahadet olsun diye niceleri saf 
	tutmuşken imamın arkasında, cami avlusunun bir köşesinde, göç yolunda 
	giderken yolunu şaşırıp kalmış yaban kuşları gibi duran oğlu ve kızı 
	olanları seyreder sadece. Ve Emir Sultan Mezarlığı’nda, bir servi ağacının 
	altında son noktası, diğerleri gibi toprakla konulan bir hikâye…
                                    
	          
	                             
	Kaynak: http://serdarkusku.blogspot.com  |