Bursa'dan Eski Bir Kartpostal

Çelik Palas

Bursa'da Edebiyat

Edebiyatımızda Bursa

 

Attila İlhan (1925-2005)

 

                                                                                           Attila İlhan 

      Geçen yıl, eylülde bir sabah, Bursa'dan geçtim. Eflatunla mor arası, Uludağ'dan; taze bir güneş, gökkuşağı yansımalarıyla, ovayı kaplamıştı; şehre girmemizle çıkmamız bir oldu ama, nedense otuz yıl önceki İzmir'e, uğradığım; oysa kırk yıl önceki Bursa'yı çok başka hatırlıyorum. 

     Konya oldum olası Selçuklu'dur, Manisa ile Bursa Osmanlı; Cumhuriyet Döneminin inkar fırtınası eserken, Osmanlı kültür sentezinin nostaljisini duyanlar; en çok elbette müslüman İstanbul'a, epeyce de Manisa ile Bursa'ya sığınırlardı. 1948 kışında, ilk defa Bursa'ya yola çıkarken, hep aklımdadır, geçmişe doğru bir yolculuğa hazırlanmıştım; tarih ve coğrafya kitaplarımın bütün referansları, ya Osman Gazi ile Orhan Gazi'ye, ya da 'yeşil' Bursa'nın ünlü Yeşil Camii'neydi.

    Oysa sırılsıklam aşıktım; sevgilim Bursa Kız Lisesi'nin son sınıfında öğrenci; ben, çiçeği burnunda şair, aynı zamanda hukuk fakültesinde okuyorum, elime uygun fırsat ve biraz da para geçince, Allahını seven tutmasın, ver elini Bursa! 'Abbas Yolcu'da bunu nasıl anlatıyorum, hatırlayanınız çıkar mı?

    Aylardan şubat, günlerden cuma, Yalova yolcusuyum. Köprünün üstünde her zamanki tramvaylar, küstah otomobiller. Soğuk ve tipi, yahşi. Bileti aldık, daldık vapura.  .....  Yalova bizde Cumhuriyet'in fazlaca girdiği kasabalardan biridir. Termal Oteli, Atatürk'ün köşkü, heykelli, meykelli, Cumhuriyet Alanı. Her gelişimde Marmara'nın öteki ucundaki Yalova'nın İstanbul'a bağlanmasındaki sırrı düşünmüşümdür; adama öyle gelir ki, Yalova'sız Bursa ili, kolu veya eli, her neresiyse işte orası sakatlanmış gibidir. O Bursa ili ki suları, kaplıcaları, Uludağ'ı, şusu busu ile iç hatta dış turizm yapmak heveslisidir. Bursa'nın görülevekyerleri Yalova'dan başlıyor, halbuki İstanbul Adalar'da bitmiştir.

   Şimdi şaştığım ne, İkinci Dünya Savaşı ertesinde nasıl yaşadığımız şehirlere tıkılmış kalmış bir halkmışız ki, İstanbul Bursa yolculuğu bile basbayağı bir serüven özelliği kazanabiliyor. Elimde valizim, incecik tozuyan hınzır bir kar altında, şehrin ortasında k almıştım; akşamın eli kulağında, minarelerden minarelere atlayan acele akşam ezanları; hayli solgun sokak lambalarının yanıvermesiyle insanın içine çöken gurbet garipliği.

    O tarihlerde Bursa besbelli taşraymış! 

    Çelik Palas'ta Film Yaşantısı

    Şüphe ediyorsanız, sıcağı sıcağına tuttuğum notlara bir göz atmalısınız: "Bursa'da handan bozma, berbat otellerde de kaldım; fakat bu sefer Çelik Palas'tayım. Bursa, yumuşak, adamı sarhoş edecek, başını döndürecek kadar hızlı bir karın altındadır. Şehri süzüyor ve 'bu şehirde de yaşanır' diye kuruyorum. Lisede, aristokrat tavırlı, biilgili, edebiyat yapmaşı seven bir coğrafya hocamız vardı; aklıma sözleri geliyor: "Düşünün bir kere çocuklar, koskoca Uludağ kütlesinin eteklerinde yemyeşil bir şehir". Bu kışta kıyamette yeşillik ne gezer. Oysa Uludağ bütün varı yoğu, karı ve donuyla tepemize tünemiş; yücesi sislere gömülü, etekleri boz mor, boz beyaz, alaca bulaca. Asıl şehir sıkıcı; Yeşil/Çekirge çizgisinden dağa doğru, bilhassa evler kesifleştikçe, berbat; iniş yokuş, kaldırımsız sokaklar, sokak ortalarında pislikler. Cumhuriyet Meydanı, birkaç sinema, bir iki otel ve lokanta ve Çekirge'ye uzanan asfalt. Bir de Merinos Fabrikası..."

   O zamanlar Bursa'da dudak büktüğüm, şehrin, İstanbul ya da İzmir derecesinde 'batılılaşmamış' olması! Böyle bir devir geçirdik; Anadolu'nun Selçuk ya da Osmanlı şehirleri, çağdaşlığa ya durgunluklarından ya da parasızlıktan yeterince uyamıyor; eski saltanatlarını da, şartlar değiştiği için koruyamıyorlardı. Aslında Osmanlı/Selçuklu kültür bileşiminin bize bıraktığı nice eser, bu geçiş dönemlerinin kararsızlığı arasında ihmale uğramış, kaybolmuştur. Demek ki devrim sonrası kuşakların yetiştirilmesinde tarih bilincini bir kenara bırakmamak lazım. Çağdaş bir kuşak yetiştireceğiz derken bir de bakıyorsunuz, yaşadığı şehrin güzelliklerini tahrip eden "ecnebiler" yetiştirmişsiniz! Cebindeki para sayılı, o genç şairin handan bozma otelleri küçümseyip kapağı Çelik Palas'a atması nedendir dersiniz? Herif orada kendisini bir film yaşantısında sanıyor!

    "Çelik Palas gibi yerlerde otel tayfası bile adamın ne adam olduğunu, kirpiğinden anlar, kirpiğinden; garsonların ve ayak hizmetlerini görenlerin nazarında dünyanın kaç köşe olduğunu bilen ve ömrünü heder etmek niyetinde olmayan bir delikanlıyım. Hele bir dostum otele gelip de beni "Şair filanca..." diye arayınca iş büsbütün değişti. Bu vesileyle otelin müdürü ile birkaç kelam ettik. Su mevsimi değilmiş tabi (O 'sezon' diyordu). Sezon açılınca nefesalacak yer kalmazmış; bu bina yetmediğinden yanı başında ikinci bir inşaata girişilmiş, hiç kar etmezmiş müessese! Laf mı bu?

   "... yemekte kim var kim yok diye bakıyorum. Külüstür bir caz var, rumbalar ve bolerolar çalıyor. Yemekleri, babasının evinde gibi, avuçlarıyla yiyen bir 'kibar' ailesi var. Bir masada tek başına oturmuş vodka içen, kaşlarının ve gözlerinin kuyruğu boyalı bir kız var. Kıza eriyip de akarmış gibi bakan deniz subayı var. Bir takım da renksiz insanlar. Neyleyelim? Varıp denizci ile Laureen Bacall müsveddesinin çöpçatanlığını eyledim; arkasından salonda belinden zoru olan bir müteahitle söyleştim: "Türkiye'yi kurtarmak mı istiyorsun kardeşim, ha kardeşim, serbest teşebbüse nefes alacak delik bırak, serbet teşebbüsü destekle. Devlet kolonyacılık, hatta gazozculuk yaptı!" Fikirlerini dehşetle beğeniyor, kardeşim'leriyle ortalığı boğuyordu".

    Şehirler üykelere benziyor: eski yaşam biçimlerinden yenilerini üretemezlerse ya taklit hayatlara düşerler ya yozlaşırlar. 1940'ların sonuna doğru Bursa'da gördüğüm oydu ki, şihrin kendisi (Muradiye ve çevresi daha belirgin olarak) eski değerlerine güvenini yitirip yozlaşıyor; Çekirge çevresinde, sonraları bütün büşük şehirlerimizi kaplayacak olan alafranga apartman hayatı filizleniyordu. Daha önce başka bir münasebetle yazmıştım: Osmanlı/Selçuklu mirasından 'kendimizin' olan bir şehircilik anlayışı üretemediğimiz için, çağdaş şehirlerimiz belirgin özellikleri olmayan sıradan şehirler oldu. Camilerini ve minarelerini kaldırınız, herhangi bir ecnebi şehrinden ayırt edebilir misiniz? Ayrıca Türk şehirlerinin Türklüğü, yalnızca camilerinden mi anlaşılmalıdır?

    Bursa, neresinden bakılırsa bakılsın, geleneksel dokusundan çağdaş bir Türk şehrini üretebilecek unsurları içeriyordu. Geçen yıl içinden geçerken orada ben çağdaşlaşmış birşehir gördüm, ama o unsurları yapısında eritebilmişe benzemiyor. Yanılmış olmayı ne kadar isterdim.

    İnsanlar Fani, Şehirler Ebedi

     1940'lardan kalma o kartpostal, bakın nasıl sona eriyor:

    "Bursa'da üç gün kaldım. üç gün sevgilimi gördüm. Üç gün sonra sabah vaktı otelin kapısı önünden Balıkesir otobüsüne bindik. Çıkarken garsonlar dizi dizi dizildi, bahşiş verdik. Çelik Palasyaşanacak biryere benzemiyordu; orada herkes sanki olduğundan başka görünmek zorunda kalmıştı. Kendimi bir tiyatroda sanıyor ve bundan hiç keyif duymuyordum. Şimdi eski moda ve yalınkat otobüsümüz sabahın içinden, kavakların, ovayı akpak etmiş namuslu kar bayramının ortasından canavar canavar sekip gidiyordu. Üç günlük mostra film hayatından sonra yeniden yolları bulmak, yolların durmadan değişen resmini görmek abbas'a çok keyif verdi. artık Bursa çekip gitmişti. İçimde kağnılar gıcırdıyor, yeşil bir yamaçtan mavi bir suya inen koyunların çıngırakları tıngırdıyordu. 

       *        *        *         *

   1990'lı yılların ortalarında Attila İlhan Bursa'daki sevgilisi hakkında şunları anlatıyor:

       "Dağların, denizlerin ve sığırcık kuşlarının ötesindeki iri gözlü kız Bursa Kız Lisesi’nde yatılı okuyan Zehra Kardelin’di. İstanbullu bir kızdı, fakat orada okuyordu. Birbirimizi deliler gibi seviyorduk. Ben İstanbul Hukuk’ta öğrenciyim. Buluşmak için Bursa’ya çok sık gidiyordum. Okul idaresine karşı da kızın yakın akrabasıyım yalanını düzmüştük; okulda dahi görüştüğümüz olurdu. Hafta sonu tatillerinde, 1948 Bursasının ‘saklı yerlerini’ keşfe çalışıyoruz. Bir yandan da gözlerim, Bursa Cezaevi’nde mahpus Nazım’ın, arada dışarı çıkıp bindiği faytonu aramakta… Ah ne günlerdi o günler! Zehre şimdi New York’ta yaşıyor.”

 

Bursa'dan Yaylımateş

karadeniz boğazı’ndan mudanya körfezine kadar

marmara denizi

çitlembik gözlü bir martı gibidir

saçları hep böyle perişan nilüfer çayı’nın

ve bulutlara tünemiş ihtiyar bir akbaba uludağ

kanatlarının altında bursa şehri yatar

bu şehir yeşillikler meyvalar sular şehridir.

şimdi yine gözlerimde bursa şehri var

bursa şehri’nde sen varsın

ellerini kalbinin üstüne koyar camlardan bakarsın

ovada çırılçıplak melül mahzun kavaklar

biletçisi dumanlı bir otobüs

geçti muradiye’den

işte gece işçisi merinos fabrikası’nın

bir yağmur bulutu gibi asfalta dökülmüş

ezan sesleri kanat kanat dağıldı minarelerden

hiçbir müezzinin hiç bir surette şüphesi yoktur

bilirim bildiririm

tanrının elçisi muhammet’ten

ve bakarsın üflenir sokak lambaları şehrin

öksüz bir çocuk gibi sabah olur

açılmış bir dev yelpazesine benzer bursa ovası

uçsuz bucaksız

yudum yudum hürriyet damlar şehrin üstüne

cumhuriyet alanı insanlarıyla kaynaşır durur

uludağ gibi yine kalbine bakar büyük adam

zehra kardelin

sen siyah kehribar gözlü kız

rüzgârda savrulan kuşların kırmızı böceklerin

heyecanı bulut bulut dolar göğsüne

ve sana malûm olur kirsiz çapaksız

sana malum olur bir anne gibi devran

uludağ köpükler içinde gözlerine kar yağmış

iznik gölü’nden akıyor bir nehir gibi bu rüzgar

yelkenleri paramparça bursa şehri’nin

bursa şehri demir taramış

böyle kavgalı günlerde sen poyraza dönersin

küfreder küfür üstüne yumruları sıkılmış dağlar

incecikten bir zehir süzülür gönlüne

zehra kardelin

hovarda bir çan sesi gibi genişlersin günden güne

ezberinde kınından sıyrılmış bütün mısralar

şöyle bursa şehri’nden çıkar şehir şehir gezersin

.....

İşte bursa şehri secdeye varmış

dilsiz bir kar dökülür işte uludağ’dan

işte kış gecesi simsiyah bayrakları açılmış

yeşil’den süzülür kollarına bir kumru iner

sen akşamlar içinde şol kumru gibi mahzun

dağıtır hülyalarını bir tren sesi gelir uzaktan

gözlerin serseri saçların rüzgarda yorgun

çıldırsın bursa ovası çıldırsın bursa şehri

körkandil kavaklar çıldırsın boydan boya

işte şehrin ışıkları soğuktan tir tir titrer

işte kahvelerde kanlı bıçaklı mahalle türküleri

giymiş mor cepkeni süleyman durmuş ağlamaya