|
|
Altıparmak Caddesi ile bu caddenin üst tarafındaki dik yamaçlarda Yahudiler
otururlardı. Daracık sokakların arasında, ekseriyetle iki katlı, kibrit
kutusu gibi mini mini bu evlerin avlu ve bahçeleri yoktu. O yüzden Yahudiler
yazın sürekli sokakta otururlar, mangallarını sokakta yakarlar, yemeklerini
sokakta yerlerdi. Akşam yemeğini yedikten sonra gecenin geç saatine kadar
otururlar, birbirleriyle kimi Türkçe kimi Yahudice konuşurlar, sazlarını
ellerine, kucaklarına alıp alaturka müzik yapar, şarkı söylerlerdi. Müziği
duyunca biz çocuklar ve genç abilerimiz, evdekilerin bizi menetmeleri ve
“maazallah, sizi iğneli fıçıya atarlar” diye korkutmalarına rağmen Yahudi
arsasına gider, müziklerini dinler, eğlenirdik. Yahudiler de bizim gibi
fakir ve muhacir insanlardı. Bazılarının geçim durumları iyiydi. Kumaşçılık,
manifaturacılık, müskiratçılık (tekel bayiliği), tenekecilik gibi işler
yaparlardı. Birçokları ise seyyar satıcılık, seyyar tenekecilik, eskicilik
ve bileycilik yapardı. Bu kadar çok Yahudinin böyle basit işlerle
geçimlerini sağlamaları bizim ailelerimize göre imkansızdı ve onların
alışveriş sırasında biz Türklerden bir şeyleri fark ettirmeden
tırtıkladıklarını ya da satın aldıkları öte beriyi çok ucuza kapattıklarını
düşünürlerdi. Aralarında konuşurken, “Yahudi milleti değil mi, allem eder
kallem eder, akalaçi, makalaçi diyerek seni çeneye boğar ve yapacağını
yapar” derlerdi. Kimi Yahudi kadınları saz heyeti ve oyun ekipleri
oluştururlar, sünnet ve evlenme törenlerinde, kına gecelerinde saz çalar,
şarkı türkü söyleyerek geçinirlerdi. Yahudi kadınların oluşturdukları bu
ekipler Çingene kadınların ekiplerinden daha fazla revaçtaydı. Çünkü
Yahudiler daha tumturaklı, daha bir hoş çalarlar, kızları daha güzel, daha
kıvrak raks ederlerdi.
Zengin Yahudilerin fakirlere pek faydası yoktu. Yanlarında çalıştırdıkları
Yahudi gençlere gaddarca davranır, onları köle gibi çalıştırırlardı. Hali
vakti yerinde olanlar cumartesileri ailecek süslenip havraya gider ve
kendilerince ibadet ederdi. Yahudilikte iki tane havra vardı. Biri Arap
Şükrü meyhanesi yanında, diğeri Altıparmak İlkokulu’nun karşısındaydı.
Havraya giden Yahudiler kapının hemen içindeki dolaba benzer büyük bir
kasaya veya kumbaraya para atarlardı. Toplanan paralar haham tarafından iş
kurmak isteyen fakir gençlere sermaye olarak borç verilirdi. Parayı alan
genç işini kurduktan sonra borcunu taksit taksit geri ödermiş. Bir gün
arkadaşım Yasef ile ben de havraya gittim ve kasaya para attıklarını gördüm.
Kandil gecelerinde Yahudi komşularımıza lokma gönderirdik. Onlar da bize
kirde bayramlarında kirde gönderirlerdi. Kirde beyaz undan yapılmış, yağsız,
tuzsuz, bizim kandil simidine veya iftariyeliklere benzeyen bir yiyecekti.
On günlük bayramda bu yağsız, tatsız tuzsuz kirdelerden başka bir şey
yemezlerdi. Bir de cumartesileri çalışmadıklarını, hiç ateş yakmadıklarını
hatırlıyorum.
1948’de İsrail
kurulunca önce hali vakti yerinde olanlar, sonra da diğerleri olmak üzere
Yahudilerin yüzde doksan beşi göç etti. Dört asırdır yaşadıkları yeri böyle
bir anda ve hep birlikte terk etmeleri beni hep düşündürmüştür. Maalesef 2.
Cihan Harbi yıllarında biz Türkler Yahudilere, Hitler Almanyası kadar olmasa
da, epey zulmettik. Oysa onlar da bizler kadar vatandaşlık görevlerini
yapıyor, vergi verip askere gidiyorlardı. Harbin başlangıç yıllarında
Yahudilerin askere sevk edildiklerini, onların da bizler gibi güle oynaya
sevkiyata güle oynaya icabet ettiklerini görmüştüm. Asker sevkiyatı trenle
yapılırdı. Asker elbisesini yeni giymiş askerler Muradiye istasyonundan
trene binerdi. Babam Merinos fabrikasının lokomotifinde makinist olduğu için
sevkiyat zamanlarını bilirdi. Yahudi askerlerin sevkiyatında tek fark, tren
gelinceye kadar onlar bizimkiler gibi davul, zurna ile değil, ut, cümbüş,
keman gibi çalgılar çalarak oynarlardı.
Harbin ilk yıllarında Türklerin ekseriyeti tüm Avrupa’yı kavuran Almanların
hayranıydı. Almanların Avrupa ülkelerini tek tek işgal ettiğini radyodan
dinleyenlerimiz sevinç çığlıkları atıyordu. Berlin radyosu Türkçe yayınlarda
Türk halkına Yahudi düşmanlığı aşılamak için propaganda yapıyor, maalesef
halkın çoğu bunun propaganda olduğunu anlamayıp Yahudilere karşı tavır
alıyorlardı. Birkaç kez şahit oldum. Yahudiliğe komşu Hoca Hasan
Mahallesi’nden 10-15 genç toplanır, “Hadi Yahudi dövmeye” diyerek Yahudiliğe
gidip Yahudi gençleri döverdi. Yahudi gençlerin bu serseri güruhun önünden
kaçışlarını, yakalananların tekme tokat, hatta sopayla dövüldüklerini
utançla hatırlarım. Bereket versin ki Altıparmak Karakolu yakındaydı ve
polisler Yahudi gençleri kurtarmak için harekete geçerlerdi. Ancak
saldırganlar polise yakalanmadan tüyerdi. İşin garibi olayların arkası
polisler tarafından araştırılmaz, saldırganları yakalamak için uğraşılmazdı.
Polisin vurdumduymazlığı saldırgan gençleri şımartıyor, Yahudi dövme
hadiseleri kesilmeden devam ediyordu. Hele o Varlık Vergisi mezalimi! Değil
fakirlerin, orta halli ve zengin olanların dahi ödeyemeyecekleri kadar ağır
vergileri tahsile gelen icra memuru ve polislerin, tahsil edecek para
bulamayınca zor kullanarak Yahudilerin kap kacaklarını, karyola ve
mobilyalarını evlerinden alırken yaptıkları! Eşyalarını vermemek için
direnenlerin feryatları, yedikleri tekmeler, yumruklar! Of Allahım! Bize ne
olmuştu böyle? Ne olmuştu da daha birkaç yıl öncesine kadar gül gibi
geçindiğimiz, birlikte çalışıp birlikte eğlendiğimiz bu insanlara karşı
hükümetimizle, memurumuzla, bir kısım halkımızla canavarlaşmıştık? Oysa
onlar da mezalime uğramış bir neslin fertleriydiler ve hala aralarında
yaşamakta olan dedelerinden Doksan Üç Harbi ile beraber Rus, Bulgar, Yunan
ve Sırpların Türklere reva gördükleri korkunç mezalimleri dinleyerek
büyümüşlerdi. Ne istiyorduk bu Yahudilerden? Fabrikalarında, dükkanlarında
çalışmak, cumartesi günleri mangallarını yakarak üç beş kuruş kazanmak
Türklük onurumuza mı dokunuyordu? Ben hiçbir Yahudinin bir Türkün yanında
çalıştığını görmedim ama Yahudilerin iş yerlerinde çalışan Türkler epey
fazlaydı ve onlar hakkında “ticareti ele geçirmişler, Türkiye’yi zapt
etmişler, onlardan dolayı Türkler fırsat bulamıyor” türünden şeyler
söylüyorlardı. Sen de taş ol, baş yar!
Kaynak:
Fetret, Hüseyin Döşer, Ekin
Yayınevi, 2005, s. 67-77'den kısaltarak alınmıştır.
|