|
|
|
BEKTAŞ ÖZYÖNETİM
İŞLİĞİNİN BİR ALAN ÇALIŞMASI - TEMMUZ 1982
KATILANLAR: Cengiz BEKTAŞ, Gönül
SEYFULLAH, Ziya SOYER, Cahit ENGİN, Ayşe KANTARCIOĞLU, Kubilay NALBANTOĞLU,
Semra BULAT, Yazan: Cengiz BEKTAŞ
Yazan: Cengiz Bektaş
BİR ÖĞRENCİ
ÇALIŞMASININ SEÇTİRDİĞİ KONU
Kimden duymuştum ilk kez Tirilye
adını? Hiç yabancım değil sanki... Zeytin... Evet Tirilye zeytini...
Zeytinden biliyorum ben bu adı... Çocukluğumdan... Gözümün önüne, üzerinde
"Tirilye Zeytini" yazan tenekeler gelir gibi oluyor. Yanılıyor muyum? Nevrah
(Dağdeviren) sokaklardan, alanlardan yaptığı çizimleri koyuyor bir bir
masanın üzerine. Bir okul çalışması için eleştiri isteyecek benden... Birden
yeğneliyorum. Demek böyle ödevler veren öğretim görevlileri de var.
Soruyorum: Kimin için bu ödev? "Sayın Muammer Onat için" diyor. Telefonu
açıp konuşuyorum Sayın Onat'la. Şaşırıyor:
— Daha görmediniz miydi?
Yaşamım hepsini görmeye
yetmeyecek biliyorum, ama görmekten bıktığım da yok, "görmek"i çoğulla,
çoğul için yapmaktan da... Sayın Onat Tirilye'nin haritasını yolluyor...
İşliğimizdeki tartışmanın sonunda, sıradaki alan çalışmasının konusu belli
oluyor: TİRİLYE
YOL
Bir günün ilk
saatlerinde İstanbul'dan vapura biniyoruz. Mudanya'ya 4,5 saat tutuyormuş...
Marmara'nın, İstanbul'dan uzaklaştıkça arınıyormuş gibi gelen sularında
vapur yolculuğu hâlâ çok güzel...
Mudanya'da ne
han, ne otel; ama çarşaflan temiz "Marmara Oteli"ne yerleşiyoruz. Hanımlar
bir odada: Gönül Seyfullah, Semra Bulat, Ayşe Batur... Erkekler bir odada:
Cengiz Bektaş, Cahit Engin, Kubilay Nalbantoğlu, Memet Bektaş. Aramızda iki
de aile var: Raset-Ziya Soyer ile Engin-Besim Çeçener...
İçimizden
birileri çıkıp minibüslerin durduğu alana gidiyorlar. Al takke ver külah, 12
km. batıdaki Tirilye'ye götürüp getirmesi için 1.500 TL'sına anlaşıyorlar.
Haritalara
bakanlarımız: "Bu Tirilye neresi? Mudanya'nın 12 km. batısında, kıyıda
Tirilye miriyle yok. 'Zeytinbağı' diye bir yer var" diyeceklerdir. Doğru...
Evet, öyle... Ama ne Mudanya'da, ne Tirilye yolunda, ne de Tirilye'de kimse
Zeytinbağı demiyor. Yalnızca ilçenin girişinde, mavi üzerine beyaz yazılmış
olarak görüyorsunuz bu adı. Neden mi? Çünkü buranın adı Tirilye... Biri
çıkıp buranın adı Zeytinbağı olsun deyince hemen ad değişivermiyor ki halkın
ağzında. Azıcık da, anlam vermek istemedikleri, katılmak istemedikleri bu
türlü davranışlara sanki inatla "TİRİLYE" der gibiler. Desinler desinler
bence... Desinler de öyle her önüne gelenin adları değiştiremeyeceği
anlaşılsın. Yola çıkmadan önce, yalan yanlış da olsa, elde olan bu deyip
Meydan Larousse'a bakmıştım. "Tirilye" diye bir madde yoktu. (En azından
gönderme yapmak için konulabilirdi.) Zeytinbağı maddesinde de, ne eksik, ne
artık, şunlar yazılıydı yalnızca: "Zeytinbağı, Marmara Bölgesinde
(Güney Marmara bölümü, Bursa İli, Mudanya İlçesi) bucak. 7946 nüf., bucak
merkezi (esk. Tirilya) 2232 nüf., 13 köy (1970)."
Sayın Onat'ın
verdiği "harita"dan ve de yukarıdaki "ansiklopedik" bilgiden başka hiçbir
bilgimiz olmadan, Mudanya ile Zeytinbağı arasında, asfalt kıyı yolunda,
minibüsümüzle ilerliyorduk.
SAHİL SİTESİ
Bir yanımız
yemyeşil tepeler, bir yanımız uçurum. Uçurumun dibinde Marmara... Masmavi...
Yeşille mavinin buluştukları çizgiye kendimizi koy vermiş, kıvrıla kıvrıla
gitmekteyken, bir dönemeçte gözlerimize inanamadık. Bir "Sahil Sitesi" idi
gördüğümüz... Sekiz katlı "apartman" lar, denizin tam dibine, kazık gibi
çakılmışlardı. Çok katlı bir garajda dizi dizi otomobiller, denizi
seyrediyorlardı. Adamın usu almıyor gerçekten... Bu kişiler nasıl böylesine
bilinçsiz olabilirler? Sekiz katlı bir apartman yaşamını, büyük kentlerden
kendileriyle birlikte taşıyıp geliyorlardı güzelim zeytin kıyısına.
Otomobillerini burunlarının dibinden ayırmadan, birbirinin içine bakan
balkonlarda (herhalde konken oynayarak) yaşıyorlardı. Nasıl bir yaşam
türüydü bu? Ne gibi bir kültür değişimiyle geliniyordu bu çizgilere? Şaşıp
duruyoruz ya yıllardır... İşte gene öyle şaşkınlık içinde, geriye bakıp
bakıp -cık -cık -cık'larken.
Bir-iki
dönemeç kıvrıldık kıvrılmadık, bir başka görüntüyle karşılaştık. Küçücük bir
yerleşmeydi bu... Girişinde "Kumyaka" yazıyordu. Sürücümüz Mehmet Bey'den
öğrendik, eski adı SİYE imiş. Siye, "İnci gibi" denir ya, işte öyle...
Kendine göre bir koyakçağın denizle öpüştüğü yere oturuvermiş. Öyle güzel
bir yerleşme biçimi ve de evleri var ki, bakmalara doyulmuyor. Elbette karşı
koyamazdık içimizden gelene...
Koyağı
çevreleyen ana yoldan sağa ayrılıp Siye'ye indik. Koskoca bir çınar çekti
bizi kendine ilkin... Bu ulu çınarın gölgelediği... köy alanının bir köşesi
denize açılıyor. Bir kıyısında da bugün ahır olarak kullanılan kilise var.
Kilisenin duvarlarında daha da eski dönemlerin işlemeli yapı taşlan da
kullanılmış. Alanın kiliseye yakın öteki kıyısına, eskiden zeytinyağı üretim
yeri olan bir yapı yerleşmiş. Duvarlarında, mezar stelleri benzeri taşlar,
birlikte işlenmiş. Kilisenin onarım kitabesi 1862 yılını gösteriyor. Çift
başlı Bizans kartalı kabartmalı bir taş, ana duvarlarından birine gömülü...
Yoksa bu, Çarlık Rusya'sının bir simgesi mi? (19. yy'ın ikinci yarısında
bütün Anadolu'daki Ortodoks kiliselerine, onarım için yardımda bulunup,
"cemaat"lerinin "millet" bilinçlerinin oluşması için ellerinden geleni
yapmışlar ya...) Burada çok oyalanmak istemiyorduk gerçekte... Tirilye'ye
bir an önce ulaşmak düşüncesi ağır basıyordu.
Çınardan
ayrılıp, ondan nedense kopar gibi yerleşmiş (bir kötülüğünü mü görmüşler ki)
yeni köy kahvesinin önünden geçerken, bir çağrıyla karşılaştık:
— Hoş geldiniz. Şöyle buyurun
bakalım... Öyle geçip gitmeyin, bir tanışıp görüşelim canım...
Üzeri yeşille
dokunmuş bir talvar... Talvarın altında bir havuz... Havuzun çevresinde
sandalyeler... Yaşlılar oturmuşlar söyleşiyorlar. Orta yaşlı biriydi bizi
çağıran:
— Ben bu köyün muhtarıyım, adım
... Sizleri de tanıyalım bakalım. Önce kendimi, sonra arkadaşlarımı tanıttım
bir bir...
— Peki... Neden ilgileniyorsunuz köyümüzle?
Önceden
kulağımızı bükmüşlerdi. Özellikle Mudanya'da ve de çevresinde Anıtlar
Kurulu'na, eski esercilere pek sevgiyle bakmıyorlarmış nedense... Gene de
aldırmayıp açık açık söyledim:
— Evlere, yapılara bakıyoruz ya,
salt "aman ne güzel" demek için, kapılan, pencereleri, süslemeleri için
değil. Birbirleriyle, sokakla, alanla ilişkileri ne? Nasıl bir yaşama
biçimiymiş bu evleri üreten? İlkeleri neymiş? Çağımız açısından
geçerlilikleri ne? Örneğin buraya gelirken gördüğümüz "Kemal Eroğlu"
sitesinin beton kovukları, içinde oturanların sandıklan gibi, gerçekten
çağdaş mıydılar? Yoksa bu Siye'nin insancıl ölçüleri, daha sağlıklı
gereçlerle sağlanmış, daha oranlı oylumlan o beton kovuklarından daha çağdaş
değiller mi? Sözü uzatıp gidecektim muhtar bıraksaydı... Ama o, işin nereye
varacağını anlamış gibi kısadan kesti:
— Biz köyümüze müteahhit
sokmamaya kararlıyız. Bu müteahhit takımı para kazanacak diye, köyümüzün
yaşamını bozmayacağız.
Ben inanamadım. Bakalım dediğinin bilincinde mi?
— Onlar
oraya para dökeceklerine, evlerini gelip köyünüzdeki boş yerlere yapsalar,
ollarınızı
düzeltseler, hep birlikte kullanacağınız yerler yaparak köyü bayındır
etseler...
— İstemiyoruz.
— Sizin evler onarılsa...
Bozmadan, ekler yapılarak... Pansiyonculuğa uygun duruma getirilseler...
— İstemiyoruz.
— Konuk sevmez misiniz siz?
— Severiz... Neden sevmeyelim.
Gel gör ki iş öyle değil. Gelenlerle aramızdaki ayırım çok büyük. Onlar
pirzola yiyorlar; benim oğlumun o günkü payı belki de bir katı yumurta...
Çocuk görür, canı çeker... Gel de dayan. Ya o giyim kuşamları... Ramazan
günü kadını kızı geliyor, burası köy yeridir, insan içidir demiyor, mayo ile
dolaşıyor. Köy delikanlısının içi çekiyor. Al başına belayı...
Ne karşılık vereceğimi düşünürken, o sözü tatlıya
bağladı:
— Ama bak, Mimar Mete Bey
başka... Şu eski evi onardı. Kışları kapısı penceresi kapalı ya, biz ona da
razıyız.. Yazları gelip şeneltiyor... Bize tepeden bakmıyor, köye köylüye
saygılı...
Eliyle gösterdiği eve baktım;
gerçekten abartmasız, aklı başında bir onarım. Ama önemli olan onarım
değildi ki işte... Önce insanca ilişkiydi önemli olan, insana saygıydı...
Fiziksel dokudan önce insan dokusuna saygıydı...
Muhtar konuşurken, öteki
köylülerin ardında olduğundan, onun gibi düşündüklerinden iyice güvenliydi.
Gerçekten de o konuşurken, ötekiler de başlarıyla onaylıyorlardı.
Muhtar sordu:
— Kiliseye de baktınız mı?
— Baktık bakmasına da...
— "Neden ahır olarak kullanılıyor?" diyorsunuz değil
mi?
— Evet.
— Biz de utanıyoruz, sıkılıyoruz
bu durumdan... Bir turist geldi mi yerin dibine geçiyoruz, öyle ya, adam
kilisenin ahır olmasını hoş görür mü? Camiyi ahır yapsalar biz ne deriz?
— Neden temizlemiyorsunuz
öyleyse? Temizleseniz, bilet kesip öyle gezdirseniz, kazandığınızla gitgide
çevresini bile düzenlersiniz.
— Temizleyemiyoruz ki... Kilise
şahsın... Adam istediği gibi kullanıyor. Bir kilise şahsın malı nasıl olur?
Köy malı olarak satın alalım diyoruz... Tutarından yanına yanaşılmıyor.
Böyle yapılar şahsın olmamalı. Herkes bir değil... Bir kişinin utancını
hepimiz çekiyoruz. Muhtarla, oradakilerle tokalaşıp ayrıldık. Onlardan çok
biz düşünceliydik.
TİRİLYE
Bir yanı
mavi, bir yanı zeytin yolun kıvrımlarına dalmış giderken, gene bir köşeyi
dönünce, kendimize geliverdik. Kuşkusuz işte burası olmalıydı Tirilye.
Siye'den çok, çok daha büyük bir koyağa yerleşmiş Tirilye... Koyağın ağzı
denize ulaştığında iyice açılıyor. İki yamacındaki evler, birbiri üzerinden
ortada kalan oyluma bakıyorlar. Koyağın yamaçları, doğal biçimiyle, bir
parabol gibi geriye doğru kapandığından, evlerin çoğunluğu deniz görüşüne
katılıyorlar.
Ortada,
koyağın tabanında, ana cadde, kentin bel kemiği, yer alıyor. Bütün yollar
kılçık gibi, ya da bir yaprağın damarları gibi bu ana yola iniyorlar.
Damarlar ana yola koşut caddelerle, birer kez daha bağlanıyorlar. Bu ikincil
caddeler, ana yolun yanı başındaki çeşmede, bir açıyla gene ana yola gelip
bağlanıyorlar. En az bir, giderek iki yanıyla sokak ya da cadde üzerinde
olmayan ev yok. Belkemiğinde, bütün ortak kullanımlar yer almış. Kara ucu
çeşme ve az ötesindeki değirmen,.. Deniz ucu iskele... Arada dükkanlar,
kahveler, aşevleri, sinema, belediye, karakol, kent parkı... Kısacası
insanlar evlerinin pencerelerinden baktılar mı ortak yaşamın oylumunu
görüyorlar. Kent bu ortak yaşam işte... Bir bütün... Bir elelelik...
Gözgözelik... Ana caddenin üzerine ulu çınarlar dizilmiş... Birinin gölgesi
ötekininkine ekleniyor.
Çınarın o
yeşil gölgesi, kişiye, gotik katedrali duygusunu veriyor. Ama daha
aydınlığını, insancılını, daha sevgilisini, sevinçlisini, güleç bakanını...
Besbelli ki önce bu anayol ve çevresi oluşmuştu. Sonra bu yola dikey
sokaklar geliştikçe, ikincil, üçüncül damarlar... Kentin bel kemiği bir
çeşmeyle başlıyordu, bir de değirmen. Peki değirmenin suyu nereye gidiyordu
ki?
Değirmeni
döndürdükten üç-beş adım sonra ana yolun altına giriveriyordu. Daha doğrusu
üstü örtülüyordu. Demek ki, anayolun ortası, kentin belkemiğinin ortası
dereydi kuruluşunda...
Çoğu Anadolu kentlerinde olduğu
gibi... Daha önce de birkaç kez anlatmıştım bunu... (Benim Oğlum Bina Okur,
s. 75, Yazko Yayınlan, İst. 1980) Denizli'de bizim Çaybaşı Mahallesi’nde de
ortadan dere geçerdi. Her evden de en azından iki arık geçip, dereye
bağlanırlardı. Bu arıklar kutsal şeylermişçesine tertemiz tutulurlardı.
İçine değil pislik, çer çöp atmak; bir tüküren olsa kıyamet kopardı. Elimizi
yüzümüzü bile yıkardık, o sularla. Bahçelerimizi, güllerimizi,
fesleğenlerimizi sulardık. Hemen oracıktan koparılmış maruldu, domatesti,
ayvaydı, erikti, sebzeyi-meyveyi yıkardık.. Bir gün İstanbul'dan bir okumuş
gelip yerleşti bizim mahalleye. Yüksek yüksek okullar bitirmişti. Kim bilir
hangi işimizi yönetecekti? Şu yeryüzünde başka İstanbul yoktu ki... Kim
bilir ondan ne uygarlıklar öğrenilecekti...
Ondan ve onun
gibilerinden ne gördük ne görmedik bunun değerlendirilmesi belki bir gün
yapılır. Ben gördüklerimden yalnızca birini söyleyeceğim. Bir gün, elini
yüzünü yıkamak için suya eğilen biri, kendi görüntüsünün üzerinden bir insan
pisliğinin geçip gittiğini gördü. O büyük kent insanı, ayakyolunu (WC) bizim
suyumuza bağlayıvermişti. Öyle ya, kendi için en kolayı buydu... Ona göre
dışkının bir çukurda (forseptiğin, ilkel biçimi) toplanması elbette
gerilikti. Bunu beğenmediğine göre bize daha ilerisini öğretmesi gerekmez
miydi? Ama zor işlerdi bunlar. Ayakyolunu akar suya bağlar, olur biterdi
işte...
Artık elimizi
yüzümüzü yıkayamayacağımız, sebzelerimizi sulayamayacağımız suyun sonu ne
olurdu ki, kentin ortasında? Kısacası, çok kısa bir süre sonra, herkes suyun
içine etmeye başladı. Böylece bizim güzel deremiz kentin açık kalın
bağırsağı oldu. O zaman çıkıp da "Bu pislik kanalı kapatılmalı" diyene
verilecek karşılığı da nedense kimse bulamadı. Derken pek çok Anadolu
kentinde olduğu gibi, bizim derenin üzeri asfaltlandı. İki yanında evlerle
apartmanların savaşı başladı. Dokuz katlı apartmanların karşısında evler bir
başlarına ne yapsın? Kanser uru gibi hâlâ sürüyor betonlaşma... Evet, bir
yere dek işte böyle olmuş Tirilye'de de... Gelişmenin son aşamasını bilenler
şöyle diyorlar:
— Dere güzeldi hoştu da, pislikti, kokuyordu, kaza
nedeniydi...
-- Neden?
— Çünkü evlerin giderleri bağlanıyordu...
— Hep böyle miydi?
— Daha önce çukurlar varmış...
— Sonra?
— Sonra, dereye bağlamaya başladılar...
Yukarıda,
çeşmenin oradaki kapaklarla şişirilir, birden açılıp basınçlı suyla dere
temizlenirdi. Ama yetmedi işte... Üzerini kapatmaktan başka bir çözüm bilen
de çıkmadı.
Muhtar Hasan Bey döneminde, 1930'ların sonuna doğru, yansı, 1950'de de öteki
yansı kapatılmış. Başka çözüm bulunamaz mıydı?
Üstelik
alta döşenen boru, denizin içlerine, uzaklara uzatılıp kıyı kirlenmesi
önlenemez miydi? Bana göre olabilirdi böyle bir çözüm. O zaman olamamış ya
da olmamış, şimdi düzeltilemez mi? Düzeltilebilir bence.
Azıcık gözlerimizi
kısıp sanki bu söylediklerimiz olmuş gibi dolaştık ana yolda... Ama gerçek,
düş kurmamızı hep önledi. Evlerle, sağına soluna saygısız en küçük oran ve
yaşama sevinci duygusundan yoksun apartmanların savaşı burada da başlamıştı.
Aldırmadık, sokaklara daldık. Evlerle sokaklar birbirlerine uygundular.
Kentin
her yerinden görülen bir minareyle yanındaki yüksek tamburlu ilginç kubbeli
yapı da bizi kendine çekti: Yaklaştıkça anladık ki, bu, sonradan camiye
dönüştürülmüş bir Bizans kilisesidir. 13. yüzyıldan olduğu söyleniyor. Daha
kapısında, yalak olarak kullanılan bir eski lahit, bahçesindeki kimi taşlar,
daha eskilerden izler gibi geldi bize... Bugün cami olarak kullanılan
yapının kendi kolon başlıkları, örneğin bahçesinde atılı olanlardan değişik
ve kendi çağının işi. İç kuruluşu da, kubbe düzeni de öyle.
Başka
kiliseleri de gördük. Birisinin giriş bölümü, bir eve dönüştürülmüştü.
Üzerine "Dündar Evi" diye de yazılmış bu kilisenin içine giremedik. Dışından
dolaştık. Duvardaki ilginç kabartmaları gördük. Gördüğümüz öteki kilisenin
adı, Kemerli Kilise kalmıştı. İçinde gerçekten mükemmel duvar resimleri
vardı.
Bir de,
Osmanlı çağından olduğunu sandığım bir hamam gördük. Eninde sonunda evlere
döndük yeniden. Daha yakından baktık kimi evlere. Tirilye'nin insanları
sıcakkanlıydılar, yardımseverdiler, konuşkandılar. Kadınlarda kaç göç yoktu.
Evlerine olduğu gibi, sokaklarına da bakmaya çalışıyorlardı. Evlerinin
önündeki sokağı süpüren en az 5-6 kadınla karşılaştım. Tertemiz evinin
önüne, asmanın altına oturmuş, güzel havanın tadını çıkaranlar vardı.
Beş-altı komşu bir arada oturup hem iş işleyip, hem söyleşenleri vardı.
Selamımızı almakla kalmıyorlar, ilgileniyorlar, soruyorlardı da:
— Nerelisiniz?
— İstanbul'dan...
— Gezmeye mi geldiniz?
— Evet...
— O güzel İstanbul'dan buralara gezmeye mi
gelinirmiş?
— Geliniyor işte bakın...
Kimileri de soruyor:
— Evlere mi bakıyorsunuz?
— Evet...
— Nesi varmış bu evlerin? Eski püskü...
Kimileri açıkça söylüyor:
— Ben beton evde yatmam. Yakıt bir dert, rutubet bir
dert...
Daha önce
belediyede görev almış bir kişi Anıtlar Kurulu'na veryansın ediyordu oysa...
Buralara önce beş kat verilmiş. Daha doğrusu karışan görüşen yokmuş bir
bakıma... Derken Anıtlar Kurulu çıkıp da, üç katla dondurunca yapılan, yıkıp
yapmak sonra da satmak ilginç olmaktan çıkmış. En çok bundan yakınıyordu.
Sorduk:
— Konut sıkıntısı mı var?
— Yok, dedi.
— Peki neden apartman yapmak istiyorlar?
— Adam istifadesine bakacak tabii..
— Bu evlerde oturmak mı güzel, apartmanda mı?
— Tabii bu evlerde... Paran olacak birini alıp bir
güzel onarıp oturacaksın.
— Peki Anıtlar Kurulu olmasaydı, ne olurdu?
— Çoğu yıkılırdı...
- Öyleyse, apartmanı yapıp da
satanın para kazanmasından başka mantığı var mı bu işin?
Üstelik bunca ev boş dururken...
TİRİLYE'DE YAKIN GEÇMİŞ
Seksenüçlük Hüseyin
Amca (1316, Strumca doğumlu) Rumların çağında Tirilye'nin 1500 hane olduğunu
söylüyor. Kendisi Balkan Savaşı’nda, 1328' de göçmen olarak gelmiş buraya.
Yukarıdaki sözünden de anlaşılıyordu ki Tirilye'de genelde Rumlar otururmuş.
En çok 20-30 hane Türk varmış. Rumlar büyük savaşta rahat durmadıkları için
(bir İngiliz denizaltısı buradan destek görmüş) içerilere gönderilmişler.
Onların yerine göçmenler yerleştirilmiş...
"Dört cephede savaşılıyordu" diyor Hüseyin Amca..
Giden dönmüyordu diyor...
Yüzyıllarca
hep böyle olmamış mı? Savaşanlar da yalnızca Türkler... Giden gidiyor... Ya
kalanlar? Önce kemerleri sıkıp "idare" ediyor ailesi... İşleyen eden
olmayınca sıcağa kar mı dayanır? Yetmeyince, eldeki avuçtakini satmaya
başlıyorlar. O da yetmeyince, tarlayı, evi... Kim alacak? Elbette, savaşa
gitmeyip, orada kalan. İşi eskisi gibi sürüp gitmekte olan... Kim bunlar?
Müslüman olmayan vatandaşlar... (Bir çok yerden bildiğimiz bu olguyu,
Tirilye'nin en eski yerlilerinden, o eski Türk ailelerinden, yaşlı bir teyze
de böylece anlattı.) Büyük savaştan yenik çıkılınca, Rumlar Tirilye'ye
yeniden dönmüşler. (1919) Ve buradaki göçmenleri kovalamışlar... Derken
Kurtuluş Savaşı'mız ardından da değişim... (Mübadele, 1922) Rumlar
gitmişler... Eskiden buraya yerleşmiş olup da Rumlarca kovalanmış olan
göçmenler Tirilye'ye geri gelmişler. Ayrıca, değişimde, 600 hane daha yeni
göçmen gelmiş, Selanik'ten, Dedeağaç'tan, Girit'ten, Serej'den, Tikveş'ten,
Karacaova'dan... Boş kalan evlerden, çevre köylerden gelip gereç söküp
götürenler olmuş. Kimi evler yıkıma uğramış bu nedenle. Ama gene de, 60-70
yıl öncesinin 1500 hanesine karşılık, bugün Tirilye' de topu topu 700-800
hane yaşıyormuş. Nüfus 1980'de 2760 kişi.. Hane başına üç, bilemedin dört
kişi düşüyor. Türkiye ortalamasının bile çok altında. Çoğu kentlerde yapılan
apartmanlar yalnızca konut sıkıntısından mı? Konut sayımıza, çağdaş yaşama
göre şöyle bir elden geçirilen evlerle de destek olmak doğru olmaz mı?
Rumlar,
balıkçılık, ipekçilik, zeytincilik yapıyorlarmış. Bir de, kendilerine
yeterince sebzecilik, meyvecilik.. Armatörlük yapanları da varmış ya;
ağırlık yukarıda sayılanlarda... Bu nedenle, hemen bütün evlerde, özellikle
ipekçiliğe, meyve kurutmaya uygun geniş sofalar düzenlenmiş. Alt katlar da
hayvan bağlamaya, erzak depolamaya, zeytinyağı fıçılan koymaya uygun
düzendeler. Evlerin yapım tekniği, ayrıntıları, giderek süslemeleri,
Mudanya'dakilerle, Bursa'dakilerle hemen hemen bir. Nitelikçe üstün bir
düzeyin bir çağlarda bütün bu çevrede anonimleşmeye varacak ölçüde
yaygınlaştığı apaçık görülüyor.
Tirilye'de görülen
bir başka önemli yön de şu: Evlerin çoğu bugün de bakımlı. Bunun
nedenlerinden biri sanırım, uğraş alanlarının bugün de çok değişik olmaması.
Besbelli ki evlerin içinde bugün yaşayanların yaşama biçimiyle öyle büyük
bir çatışkıları yok. Bugün oturanları da zeytincilikle uğraşıyorlar
genelde... İpekçiliği, o eski ölçüsünde değil ya, gene de sürdürenler var.
Ayrıca tavukçuluk, yumurtacılık da yan gelirleri... 10-15 hane de
balıkçılıkla uğraşıyormuş. (Çinekop, palamut, barbunya) 1935'te zeytin
ağaçlan kara hastalığı denilen bir illete tutulmuş. Yedi yıl ürün
alınamamış. İspanya'dan öğrenilen bir yöntemle iyileştirilebilmişler neyse
ki...
Zeytin
toplama dönemi Eylül sonu -birinci el-, Ekim, Kasım, Aralık ayları. Kasımda
silkim izni verilince "kampanya" başlıyor. İşte o dönemde 400- 500 kişi de
dışarıdan çalışmaya geliyormuş. Bunlar ya çevre köylerden günübirlik gelip
giderlermiş; ya da yanlarında çalışacakları ailenin evinde bir odada
kalırlarmış. Evlerde, dışarıdan gelene verilecek oda da bulunuyor bu
nedenle... Muhtar Veysel Başaran (Hüseyin Amcanın yeğeni, 1938 Tirilye
doğumlu, onun babası da kardeşiyle birlikte Strumca'dan gelmiş.) "Bir ağaç
verse verse 10 kg. zeytin verir" diyor. "O da iki üç yılda bir..." diye
ekliyor. (Benim bildiğim daha çoktu.) "İklim değişti" diyor muhtar. Bir
ailenin geçimi için ne çok ağaç gerekiyor bir düşünün. Zeytin ağaçlan 10 m.
ara ile dikildiğine göre varın hesaplayın gerisini... Zeytin bakım ister.
Kolay iş değildir zeytincilik. Gene de Rumların çağında daha varlıklı
yerlermiş buralar. Evlerin bakımlı tutulabilmiş olmalarının sanırım bir
başka nedeni de, Rumlar gittiğinde gelen göçmenler arasında da ustalar
oluşu... Bunlar hem duvarcıymışlar, hem dülger. Sayılanlar şunlar:
İsmail Usta (Arnavut),
Elmas Çavuş (Strumca),
Davut Usta (Serej),
Kerim Usta (Strumca),
Zekeriya Usta (Arnavut)
Seksenlik
İsmail Gazioğlu ve Mehmet Yayla (1950'de Şumnu'dan göçmüş), bu evlerin
eşlerini şimdi de yapabilecek ustalıktaymışlar. Bir de Rüstem Usta ile
tanıştık. Rüstem Usta altmış bir yaşında, 1935'te Romanya'dan göçmüşler
ailecek... Doğramacılık yapıyor. İşini ağabeyinden öğrenmiş. Yapım
denetimine gelince; daha önceki çalışmalarımızda (Kuşadası, Bodrum, Antalya,
Babadağ, Şirinköy vb.) saptadıklarımızdan bir ayrımı yok.
Tirilye'de
1933'e dek belediye örgütü varmış. Sonra kaldırılmış, 1945'e dek tek
muhtarlıkla yürütülmüş işler. Belediye yeniden kurulmuş...
Yukarıda
sözünü ettiğim kanal ve otobüslerin durak yeri olandı. Girişte açılan alan
dışında bir imar hareketi(!) çok şükür ki yok. Yoksa burada da, başka
türlüsünü bilmedikleri için traşlayan, ta uzaklardan yapılan T cetveli bir
planlamaya(!) göre, vardan güzelim evleri traşlayan yollar açılarak(!)
sandık sandık beton kitleleriyle spekülasyon yaratmaktan, insancıllıktan
uzaklaştırmaktan başka bir işe yaramayan bir kentçilik anlayışı, öteki
kentlerimizde olduğu gibi ortalığı taşlaştırıverdi.
Kısacası,
Tirilye'nin bütünlüğü daha bozulamamıştı. Evler, en küçük ayrıntılarıyla
bile bütünle uyuşurluk içindeler. Klasik çizgilerden baroğa bir dönemi
türkülüyorlar gibi.. İnsanlar için sokaklar, sevmeli, sevilmeli evler...
Çıkmalar, kahkahalar, kadehli, mezeli, iç geçirmeli balkonlar...
Girip çıkmadık
sokak, dışından da olsa alıcı gözle bakmadığımız ev bırakmadık. Size de
aktarabilmek için, aralarından değişik yaşama biçimlerinin ürünleri
olduklarını sandığımız üçünü seçtik. Birini Gönül ile Ziya, ötekini Ayşe ile
Cahit, üçüncüyü de Semra ile Kubilay ölçtüler, çizdiler. Onlar içlerini
ölçüp çizerlerken, ben de dıştan çizdim evleri.
Kaynak: Mimarlık
Dergisi, 1983, sayı 3
|