Celal Bayar ile Anılar

Bursa'lı Cumhurbaşkanı

Gemlik Atatürk Parkı

Bursa'da Siyasi Hayat

   

                                                                                                 Naci Pehlivan

      Ailesi ( 1877/1878) 93 Türk Rus Harbi’nde Bulgaristan’dan Türkiye’ye göç etmiş ‘Plevne Türklerindendir. Babası Umurbey Rüştiyesi Müdürü Abdullah Fehmi Efendi’dir. Bayar, 16 Mayıs 1883 yılında Umurbey’ de doğmuş ailenin üçüncü çocuğudur. Çocukluğu ile ilgili bilgileri zaman zaman anlattığı anılarından öğreniyoruz. Bunlardan birisi 96. yaş gününde şahit olduğum arkadaşı Parmaksız İbrahim’le arasındaki konuşmadır.
    Yaş günü kutlamaları bitmiş, kütüphaneye gitmiştik. General Tito’nun hediye etmiş olduğu gül ağacından yapılma koltuğuna oturduğu sırada içeri yaşlı bir adam girdi.

“Celal yaş günün kutlu olsun, nasılsın iyi misin?” dedi.
“İyiyim İbrahim, sen nasılsın” diyerek geleni selamladı.
“İyiyim Celal. Yaş ne çabuk geçiyor, çocukluğumuzda ne güzel oyunlar oynardık. Ama sen beni hep döverdin.”
“İyi ama İbrahim sen de uslu durmazdın ki… Aşıkları alır kaçardın. Fakat senin baban çok muhterem bir insandı. Onu severdim.”
“Ah Celal ah, sağ olsalardı da bizi böyle görselerdi” dedi. Orada bulunanlar bu söze güldüler.
Mahmut Celal Sıbyan Mektebi’nde okurken hocası Hafız Galip’ti. Bayar:

“Galip Hocam çok muhterem bir insandı. Kurtuluş Savaşında hem onu çok sevdiğinden hem de mağlubun karşıtı olduğu için GALİP takma ismini aldım” demişti.
        
                           Cumhurbaşkanı olduktan sonra köyünü ilk ziyareti (1932)


    Rüştiyeyi Umurbey’de okudu. Ağabeyi Behzat Edirne Askeri Lisesi’nde, Asım da Bahriye Mektebi’nde veremden ölünce babası Mahmut Celal’i dışarıya okula göndermedi. Ona Arapça ve Farsçayı kendisi öğretti.
    Rüştiyeyi bitirince Gemlik’te Reji (Tekel)’ye memur alınması için açılan sınava girdi. Sınavı kazandı. Yaşı küçük olduğu için babasından muvafakat alındı. Memuriyeti süresince Gemlik’e hep yaya gidip geldi: “Bir gün çamurlu yolda giderken ayağımın üşüdüğünü ve ıslak olduğunu hissettim, baktım ayağımdaki lastik ayakkabı yok. Dönüp aramadım. Gemlik’e öyle gittim. Oradan bir çift lastik ayakkabı ile çorap aldım” demiştir.
    Reji idaresindeki memurluğu devam ederken Bursa’da Ziraat Bankası’nın memur alımı için sınav açtığını duyar, sınava girmek için babasından izin ister. Babası: “Oğlum Umurbeyliler bizi sevdi. Biz de onları sevdik, malı mülkü çok olanlardan birisinin kızını alırız. Onun mallarıyla geçinir gidersin” der. Bayar: “Babamın bu sözlerine itibar etmedim, sınava girdim ve kazandım” demişti. Yirmi yaşına kadar Umurbey’de kalan Bayar bundan sonraki hayatını geçirmek için Bursa’ya taşınır. Bu kez babası oğlunu yalnız bırakmak istemez. O da Bursa’ya tayin ister ve müftü olarak gider. Annesi Bayar’a “biz ayrılırken köy müstesna bir gün yaşadı. Bizi Umurbeyliler ile yakın köylerden gelen büyük bir kalabalık uğurladı” diye anlatmış.
     Ziraat Bankası’nda çalışırken ipekçilik okuluna devam etti. Bu yıllarda İnegöllüzade Rafet Bey’in kızı Reşide Hanım ile evlendi. İttihat ve Terakki Partisi’nin kâtibi mesulü olarak İzmir’e gitti. Ege Bölgesi’nde yerel kuvvetleri örgütleme faaliyetlerinde bulundu. Bu arada Umurbey’e gizlice kömür satan bir köylü kıyafetiyle geldiği, kendisini gören köylülerden biri tarafından tanınıp “Celal sen misin ?” sorusuna sus işareti yaparak karşılık verdiği rivayet edilmiş ancak teyit edilememiştir.
   Bayar, Umurbey’e ancak 1932’de İktisat Bakanı olduktan sonra gelmiştir. Bunu da doktor Avni Domaniç şöyle anlatır:
   “Tıp Fakültesi ikinci sınıftaydım. Okul tatil olmuştu, tatili geçirmek için köye dönüyordum. Her zaman Gemlik’e gittiğimde doktor Ziya Kaya’nın yanına uğrardım. Biraz oturup konuştuktan sonra köye gitmek için müsaade istedim. "Bugün köye dönmesen iyi olur, bu gece burada kal, yarın Gemlik’e Celal Bayar gelecek, seni onunla tanıştırayım" dedi. O gece Gemlik’te kaldım. O tarihlerde Umurbey yolu çok dardı. Tekerlekli arabalar çıkamıyordu. Bunun için Ziya Kaya Umurbey’e çıkacak kişi kadar at hazırlatmıştı. Ilıcanın yanında beklemeye başladık. Araba geldi. Yanında yüksek seviyeden memurlar vardı. Bayar’ı ilk defa yakından görüyordum. Ziya Bey karşılamaya gelenleri takdim etti. Sıra bana gelince:
– "Muratoba Köyü’nden Avni Bey, kendisi tıp fakültesi ikinci sınıfta okuyor" dedi.
Sayın Bayar duraladı. Yüzünde biraz şaşkınlık ifadesi vardı. Bize doğru döndü:
    "Biz Rüştiye mektebinde okurken, Muratoba Köyü’nden hiç kimse yoktu, köylüler gelen mektupları getirir, biz okurduk. Sonra cevap yazılacaksa biz yazardık. Ne güzel, şimdi böyle bir köyden doktor çıkıyor" dedi.
Atlara bindik önde Ziya Beyle konuşarak gidiyorlardı. Zeytinliklerin oraya çıktığımızda birden durdu, geriye dönerek:
    "Genç doktor neredesin, şöyle yanıma gel" dedi. Atımı mahmuzladım, ben de diğer tarafına geçtim, beraberce köye çıktık. Köy meydanına yaklaşınca atlardan indik. Köy halkı toplanmış bizi bekliyordu. Alkışlarla karşıladılar, önlerinde iki kara saban arasına asılmış ‘Hoş geldiniz sayın büyüğümüz Celal Bayar’ yazıyordu. Hep beraber kahveye doğru yöneldik. Bu sırada yukardan bir adam bugün Celal Bayar’ın evinin bulunduğu taraftan telaşla koşarak geliyordu. Bir taraftan da: ‘Celal hoş geldin, Celal hoş geldin…’ diye bağırıyordu. Kalabalık yol verdi, gelen kişi Bayar’a sarıldı:
"Seni çok iyi gördüm, nasılsın iyi misin?" diye sordu. O da gülerek:
"İyiyim Süleyman Ağa, ben de seni iyi gördüm. Yine beni omuzlarında taşıyabilir misin?" dedi. Süleyman Ağa:
"Taşımasına taşırım; ama kıçına iki şaplak daha vururum. O zaman kaçacak evin vardı. Şimdi kaçacak yerin de yok" dedi. Herkes gülüştü. Celal Bayar gülerek anlatmaya başladı:
    "Küçük çocuktum. Kendimden büyük birkaç arkadaşla birlikte kırlara erik toplamaya gitmiştik. Hava da biraz bozmuştu. Erikleri topladık. Tam o sırada kır bekçisi bizi gördü. Uzaktan bağırarak bizi kovaladı. Biz tabana kuvvet kaçtık. Birden sağanak bastırdı. Ben arkada kalmıştım. Yolun üzerinde küçük bir dere vardı. Ona biraz sel gelmişti, geçemedim. Arkadaşlarım da gitmişti. Arkadan bir ses duydum. Bir çiftçi önünde iki öküzü elinde övendiresiyle geliyordu. Beni görünce:
Ne işin var senin buralarda, diye bağırdı.
Beni sırtına alarak karşı tarafa geçirdi. Geçerken hem bekçinin korkusu, hem yağmurun korkusu hem de Süleyman Ağa’nın korkusundan sırtına koyuvermişim. Bunun üzerine kıçıma iki şaplak vurdu. Doğru eve geldim" dedi
.

        

    Topluca kahveye gittik. Kahvenin duvarları ve yerleri halılarla döşenmişti. İlk önce köyün okul müdürü Celal Bayar’ı öven bir konuşma yaptı. Ardından da emekli bir öğretmen Celal Bayar’ın babası Abdullah Fehmi Efendi’den bahseden bir konuşma yaptı. Bayar, babası ile ilgili konuşmadan çok etkilendi ve gözleri yaşardı. Kendisinden kısa bir konuşma isteyenlere çok duygulandığını, bu yüzden konuşamayacağını söyledi. Kalktık, halk evine gittik. Muhtar Faik Efendi köyde yapılanlardan ve yapılacak işlerden bahsetti. Bayar bunları not aldırdı. Süleyman Ağa tekrar geldi. Bir çocuğun elinden tutmuştu.
    "Celal bu benim son tekne kazıntısı, ilkokulda okuyor. Bunun elinden tut, yardımcı ol" dedi. Bayar bunu da not ettirdi. Sonra Hüseyin’i Ankara’ya aldırttı. Okuttu, avukat oldu, daha sonra da Bursa’dan milletvekili seçildi.
Bayar Gemlik’e 1938 Şubat ayında geldi. Bu gelişini kütüphane eski müdürü Rıfat Somer şöyle anlatıyor:
    “İlkokul beşinci sınıfındaydım Atatürk Sunği İpek fabrikasının açılışı için Gemlik’e gelecek, dediler. Biz öğretmenlerimizle birlikte Gemlik’e geldik. Şimdiki SSK hastanesinin ve sağlık ocağının bulunduğu yer top sahasıydı. Oraya dizildik. Boyum kısa olduğundan en öndeydim. Araba göründü. Heyecanlandım. Şoförün arkasında Celal Bayar, yanında yaver, yaverin arkasında Atatürk oturuyordu. Bakışları çakmak çakmaktı. Bayar köyü göstererek bir şeyler anlatıyordu. Sonra önümüzden geçerken, bizleri işaret etti. Fabrikaya doğru gittiler. Atatürk ile birlikte gazinoda resim çekmişler. Bayar o sırada körfezi gösteriyormuş. Umurbey çarşı meydanındaki heykel o resimden esinlenerek yapılmış. Aradan yıllar geçti. Umurbey belediye başkanlığı yaptığım sırada beyefendiyle samimi olduk. "Atatürk ile Sunği İpek fabrikasına gelişinizi hatırlıyor musunuz? Atatürk’e ne anlatıyordunuz" diye sorduğumda Celal Bayar: "İşte benim köyüm, bunlar da benim köylülerim" dedim. Bunun üzerine Atatürk sanki o köyde bulunmuşçasına "bu köylülerinin hepsi şair olmalı’ dedi”.
    Bayar Umurbey’e 1945 yılında bir kez daha geldi. Çırganların evinde on gün kadar kaldı. Parti çalışmaları dolayısıyla dışarıya pek çıkmadı. Köylüler kurulan partiyi destekledi. 1950 seçimlerinde bütün oyları bu partiye verdiler. Bunun üzerine Bayar “Kardeşlerimin mezarlarını, caminin yanından kaldırdıkları vakit, köylülerin bizi hemşerilikten sildiklerini düşünmüştüm. Ama bizi hala seviyorlarmış”demiştir.
    1954 yılında köy belediyelik oldu. Yapı ve Kredi Bankası açıldı. Açılışta Bayar yüz liralık hesap açtırdı. 27 Mayıs 1960 ihtilaline kadar 103 lira olan bu para; gazetelerde ‘Bayar’ın bankada 103 milyonluk hesabı var’ denilerek haber yapılan paradır.
                                

                       Köyünde Dr. Ziya Kaya ve Osman Gürsoy ile birlikte

    Köyde evleri yoktu. Hep kirada oturdular. Sonradan doğduğu ev restore ettirilerek kendisine verildi. O da bu evi müze olarak milletine geri verdi.
    Umurbey Köyü örnek köy kapsamına alındı. Evlerin restore ettirilmesi düşünüldü. Sonradan bu fikirden cayılarak bugünkü banka evlerinin temelleri l956 yılında atıldı. 1960 yılında bitirildi. Sahiplerine 1966 yılında verildi.
    1960 ihtilalinde Celal Bayar’a cumhurbaşkanlığı sırasında yabancı devlet adamları tarafından verilen hediyelere el konuldu. Bunları almak için epey uğraştı. Hediyeyi veren her devlet adamına verilenin Celal Bayar’a mı yoksa devlete mi verildiği soruldu. Celal Bayar’a verildiğinin anlaşılması üzerine hediyeler kendisine iade edildi. Hediyeleri geri alan Bayar, Umurbey’de müze ve kütüphane kurmak için faaliyete geçti. Pek nakit parası yoktu. Bir gün Rıfat Somer’e “27 Mayıs’ta 100 milyonu var dediler. Yüz milyonun üç milyonu benim olsaydı da şu projeyi rahat bitirseydim” dedi. Rıfat Somer: “1969 yılında belediye başkanları toplantısı için Ankara’ya gittim. Beyefendi Kavaklıdere’de oturuyordu. Ziyaret ettim. Evin balkonunda oturduk. Bütün Ankara görünüyordu. Çankaya’yı göstererek, Atatürk sağlığında devlet erkânına, bizlere Çankaya’dan birer arsa verdi. O zaman oraları taşlıktı ve kayalıktı. Şimdi metresi üç bin lira yapıyor” dedi. O arsa satılarak kütüphane ve müzenin inşaatı bitirildi.” dedi. Müzenin Açılışı 26 Ağustos 1970 yılında yapıldı. Bu tarih hem Zafer Bayramı hem de İş Bankasının kuruluş tarihidir.
    Bayar kütüphane ve müzeyi yaptırdıktan sonra Umurbey’e sık sık gelmeye başladı. Ben onu 96. yaş günü kutlamalarında tanıdım. Müze müdürü Rıfat Bey tanıştırdı. Bana “Ben de Yazdım” isimli eserini imzalayıp vermişti. Öğleden sonraları evde toplantılar yapılırdı. Fırsat buldukça bu toplantılara katılır bir köşede konuşulanları dinlerdim. Tarihçi Cemal Kutay’ı ve Mükerrem Sarol’u orada tanıdım. Bir gün Bayar konuşmasına şöyle başladı:
    “Ankara’da toplanmıştık. Yokluk ve imkânların olmadığı zamanlardı. Doğru dürüst yemek yenecek yer yoktu. Birkaç arkadaş birleşerek Kırşehirli Halil Ağa diye birsini bulduk. Samanpazarında yemek yenecek bir yer açtı. Yemeklerimizi öğleleri orada yerdik. Soframıza getirdiği çatalı ete batırdığımızda çatal yamuluverirdi. İktisadî bir toplantı için Paris’e gittim. Toplantı bitmeden Gazi’den bir telgraf aldım. Telgrafta Lozan Konferansına katılmam isteniyordu. Hemen hareket ederek heyete katıldım. Kiralık bir kat frak buldum. Resmî toplantılarda onu giydim. Konferansa katılan heyetlere yemek veriliyordu. Masalara oturduk servis yapıldı. Tabağımın bir tarafına 6 çatal, bir tarafına 6 kaşık ve bıçak konuldu. Her yemeği yemek için ayrı çatal ve kaşık kullanılırmış. Karşımda İngiliz heyetinden oturanlar vardı. Yemeğe geç ve yavaş başladım. İngiliz yemeği hangi çatal veya kaşıkla yerse ben de onu kullandım. Yemekten sonra oteldeki odama çıktım. Odamın kapısı çalındı. Karşımda otel çalışanlarından birisi elinde gümüş bir tepsi ile duruyordu. Tepside de bir mektup vardı. Bana uzattı. Mektubu aldım. Reşide’den geliyordu. Mektubu açtım. İçinde “Celal burada sonbahar geldi. Havalar soğudu, yağmurlar başladı. Evin çatısı her yerinden akıyor. Benim buralarda tanıdığım yok. Senin eşin dostun çoktur. Birisine haber ver de onartıversin” diyordu.
    Akşam oldu, gece heyetler adına balo düzenlenmişti. Giyindim, salona indim. Amerikalı bir dostumla karşılaştım. Ankara’ya Türkiye’nin ekonomik durumu ile ilgili bir araştırma için geldiğinde araştırmaları için yardımcı olmuştum. O da beni iyi karşıladı. Masasına davet etti. Konuşurken içeriye güzel ve şık bir bayan girdi. Masamıza geldi. Amerika’nın en zengin hanımlarından diyerek bizi tanıştırdı. Biraz sonra dansa kalktık. Kollarımda dolar milyoneri bir kadın, cebimde Reşide’nin dam akıyor diyen mektubu…”
    Yine bir başka konuşmasında;
-“İktisat Bakanı oldum, oturacak kendimize ait bir evimiz yoktu. Reşide ev alalım diye tutturdu. İktisat Bakanı olduğumu, şu sırada ev alırsak dedikoduların çıkacağını söyledim. O da bana ‘Celal, Celal sen İktisat Bakanı isen ben de İnegöllüzade Rafet Bey’in kızıyım. Kendi paramla alırım’ dedi. Çiftehavuzlardaki evi onun parasıyla aldık” dedi.
    Bayar “Reşide her zaman bana kuvvet vermiştir. Her zaman beni desteklemiştir” der. O, Yunanlıların Ege’ye ayak basmadan önce, Rumların Ege Bölgesi'nde yaptıkları yıkıcı faaliyetleri ile bilgileri eşine anlatır. Bunun için silahlı mücadelenin şart olduğunu söyler. Reşide Hanım “Başladığın hareketi sonuna kadar devam ettireceksin. Ben annene ve çocuklara bakarım. Gözün arkada kalmasın” der. Bayar, annesinin elini öper. Yanında bulunan 20 lirasının 12 lirasını bırakarak ayrılır. Reşide Hanım hep eşinin yanında olmuştur. Ta ki Celal Bayar’ı Kayseri Cezaevinde ziyaret ettikten sonra trende kalp krizinden öldüğü zamana kadar.
   100. yaş günü kutlamaları çok görkemli oldu. Yaşayan eski parti arkadaşları, köylüler, hemşerileri, iktidar, muhalefet hep Umurbey’deydi. Meydanda yüksekçe bir yere oturtuldu. 100 yılın yorgunluğu ve bitkinliği vardı. Yine de dik durmaya çalışıyordu. Herkes tebrik için sıraya girdi, tek tek tebrikleri kabul etti. Sıra bana gelince “Abdullah Fehmi Ortaokulu Müdürü” deyince iki elimi tuttu. Okula babasının ismi konmuştu. “Nasılsın Müdür Bey, çocuklar nasıl?” dedi. Ben de öğretmen ve öğrencilerimin saygılarını sunduklarını ve uzun ömürler dilediklerini söyledim. Bu son görüşmemiz oldu.
    Daha sonra sağlık sorunları sebebiyle Umurbey’de kalamadı. 1985 yılında bir gece kaldığını öğrendim. O gelişini eski kütüphane müdürü Rıfat Somer’in eşi Nezihe Hanım şöyle anlattı. “Nilüfer Hanımdan Bursa’ya akrabalarının düğününe gideceklerini, dönüşte köyde kalacaklarına dair bir telefon aldık. Evi hazırlattık. Gece geç gelmişler. Sabah kahvaltı hazırlayarak eve gittik. Beyefendi uyanmıştı. Yanına çağırdı. İlk defa pijamalı olarak görüyordum. Nezihe sen şu tarafa, Rıfat sen de şu tarafa otur dedi. Nilüfer Hanıma seslendi. Nilüfer Hanım biraz sonra eşi Ahmet Bey ile beraber geldiler. Bize, söylediklerime sizler de şahit olun dedi. Ölüm mukadder. Ben öldükten sonra köyümde kütüphanenin münasip bir yerine gömersiniz. Annemi, babamı ve kardeşlerimi de usulüne uygun olarak yanıma getirin, yanıma gömün dedi” Sonra biz ayrıldık.
    Bayar 22 Ağustos 1986 yılında vefat etti. Müzenin bahçesine gömüldü. Daha sonra da Anıt Mezar yapılarak oraya nakledildi. Ruhu şad olsun…

        Kaynak: http://www.belgeseltarih.com/celal-bayar-olumunun-32-yil-donumu-munasebetiyle-hatiralar/

Bu sitenin son güncelleştirilme tarihi 22/10/22