2. Dünya Savaşı Yıllarında Vilayet Gazetesi

Cumhuriyet Döneminde Bursa Basını

Bursa'da Basın

Bursa'da Siyasi Hayat

                                                                                       

                                                                                                                   İsmet Bozdağ

                                                                                                       

    Yıl 1939. 2. Dünya Savaşı patlamış. Sivil savunma denemeleri yapılıyor, pencereler karartılıyor, sanki sığınak varmış gibi sirenler ötüyordu. O yıllarda fikir ve edebiyat heveslilerinden olduğum için Halkevi’nin Dil-Edebiyat bölümüne kayıtlıydım. Adam kıtlığında beni de Komiteye seçmişler, üstelik ULUDAĞ adlı derginin yönetimini de bana vermişlerdi.

               İyi bir kadrosu vardı Uludağ’ın. Dergiler arasında iki kez birincilik kazanmıştı. Hacminin 150 sayfaya ulaştığı olurdu. Namdar Rahmi Karatay, Orhan Şaik Gökyay, Rami Karul gibi tanınmış fikir ve edebiyat adamları çevresinde toplanmıştılar.

                  Namdar Rahmi Karatay

               Ahmet Vefik Paşa Bursa’da valilik yaparken yalnız tiyatro kurmamış, bir de gazete çıkarmış, hem de günlük! Adı BURSA. Bazı valiler gerek yok deyip kapatmışlar, bazı valiler, “Aman matbuat medeniyetin ayrılmaz parçasıdır” demişler, yeniden çıkarmaya başlamışlar.

Gazete, Musa Ataş adlı bir gazetecinin elinde günlük ve dört büyük sayfa halinde çıkarken, Musa Ataş yedek subay olarak askere alınınca başsız kalmış. Vilayette bir telaş. Kim yapacak bu işi?

               Vali, Kuvayi Milliyeci, Birinci Büyük Millet Meclisi’nde mebus ve sonradan Demokrat Parti’nin kurucularından olan Refik Koraltan benim ULUDAĞ dergisini çıkarmakta olduğumu bildiği için buyurmuş: “Çağırın bana Uludağ dergisini çıkaran genci”.

               Çıkardılar beni karşısına. Hayatımda ilk kez vali karşısına çıkıyorum.

               “Bursa gazetesinin başyazarı Musa Ataş askere alındı. Yerine seni tayin ettim. Git işine başla!”

               “Efendim…”

               “Efendim yok! Uludağ dergisini nasıl çıkarıyorsan Bursa gazetesini de öyle çıkaracaksın!”

               “Efendim bendeniz…”

               “Üçte iki ek vekalet maaşı alacaksın. Seni takdir ettiğim için bu görevi veriyorum.”

               “Sağ olun efendim ama…”

               “Yarın Milli Şefimiz vilayetimize teşrif edecek, beni mahcup edeyim deme…. Buyurun efendim.”

               Başını önündeki kağıtlara eğdi. Konuşma noktalandı, çıktım.

               Dünya başıma yıkılmıştı. Ben edebiyat heveslisiydim. Uludağ dergisini şöyle böyle çıkartıyordum ama gazetecilikten hiç anlamazdım, haberin nasıl yazılacağını bile bilmiyordum. Üstelik ertesi gün İsmet Paşa geliyor ve gazete 8 sayfa çıkıyordu.

               Gazetenin basıldığı vilayet matbaası müdürü Ethem Bey beni gülerek karşıladı, tebrik ediyordu. Uludağ dergisi de aynı matbaada basıldığı için tanışıyorduk.

               “Bırak kutlamayı… Ben bu işi dünyada başaramam. Daha haberin nasıl yazılacağını bile bilmiyorum. Üstelik yarın Milli Şef geliyor.”

               Pertev Bey hoş adamdı.

               “Üzüldüğün şeye bak” dedi. Birkaç yıl önce Bursa’ya Atatürk gelmişti. Rıza Ruşen iyi gazetecidir. Bak, duvarda ipek üzerine basılmış gazetenin bir örneği duruyor. Al önüne onu. Rastladığın Atatürk’leri çıkar, yerine İnönü yaz, olsun sana gül gibi olağanüstü sayı.”

               Pertev Beyin dediği kadar kolay olmadı ama biraz alıcı şekilde bakıp bir iki deneme yaptıktan sonra kendime göre bir haber şablonu yakaladım.

               Milli Şef geldi, karşıladık. Haberini yazdım. Ardından bir başyazı, bir fıkra döşendim. Aldım elime makası, İstanbul basınından gözümün tuttuğu yazıları kesip kesip uygun başlıklarla mürettiphaneye gönderdim. Baş mürettip (dizgici) İbrahim Efendi de elindeki klişeleri geniş geniş kullanacaktı. Eh, bunca emekten sonra gazeteyi haklamış sayılırdık!

               Saate baktım. Gecenin üçü. Bir sigara yakıp arkama yaslanmıştım ki İbrahim Efendi karşıma dikildi.

               “Daha yarım sütun yazı lazım.”

               “Sen amanı bilir misin İbrahim Efendi… Tükendim. Uydur bir şey.”

               “Ne uydurması. Yedek yazıları girdik, girmeyecek ilanları girdik, bütün klişeleri kullandık. Birinci sayfada yarım sütun boş.”

               Düşündüm. Yaşadığımız darlık içinde vali ile konuşup Milli Şef’imizin vilayetimize teşrifleri münasebetiyle düşüncelerini sorsaydım herhalde İsmet Paşa aleyhine konuşmayacaktı. Öyleyse tut ki sordum, tut ki cevapladı. Gecenin o saatinde aklıma ne geldiyse yazdım. Mürettiphaneye götürüp evimin yolunu tuttum.

               Yattım ve hemen uyumuşum. İki üç saat geçmiş, geçmemiş annem uyandırdı.

               “Aman evladım kapıya polis geldi. Sen ne yaptın gece?”

               “Aman anne, ne yapacağım, yazı yazdım.”

               Dur şimdi anlarız diye kapıya gittim. Mahallenin gösterişli polisi Naci. Bana büyük bir özen göstererek saygıyla selamladı.

               “Vali Bey teşriflerinizi rica ediyorlar.”

               Uyku sersemi ürktüm. Acaba uydurduğum beyanata mı kızdı da beni haşlayacak mı? Ama sonuç hiç umurumda değildi. Her gece sevmediğim bir iş yüzünden uykusuz kalamazdım. Kovarsa kovar.

               Huzura çıktım. Durum hiç de düşündüğüm gii değildi. Valinin yüzü gülüyordu. Kocaman sesiyle:

               “Senin iyi gazeteci olacağını biliyordum. Milli Şefimiz de gazeteyi takdir etti. Seni asaleten bu işe tayin ettim. Maaşını tam alacaksın. Belediyedeki işinden de aylığın kesilmeyecek, seni izinli sayacaklar. Hadi yolun açık, kalemin keskin olsun.”

               Çıktım. Başıma devlet kuşu konmuş sayılırdı. Belediyedeki işimden 16 lira alıyordum. Gazeteden 50 geçecekti elime. 66 lira ile beyler gibi yaşayacaktım.  Ama bu ihsanın sebebi ne?

               Bunu günler sonra öğrenecektim. Milli Şef’in niyeti bir punduna getirip valiyi haşlamak ve görevinden almakmış. Bu nedenle çevresinde dolanırken valiye pek yüz vermemiş, surat asmış. İnönü, Sultan Abdülaziz’in yaptırdığı, Temenyeri’ndeki köşkte ağırlanmış. Sabah kalktığı zaman kahvaltısıyla birlikte günlük gazeteler de gelirmiş. Bursa’ya İstanbul gazeteleri o zamanlar ikindiye doğru geldiği için bizim gazete tek tüfek huzura girmiş. İnönü baş sayfada “Sayın valimizin beyanatı” başlığını görünce almış, okumuş. Bakmış ki vali kendisini yere göğe sığdıramıyor, biraz yumuşamış. Görevden almaktan vazgeçip valiyi kahvaltıya çağırmış. Üstelik kendisine beyanatından ötürü teşekkür etmiş.

               Vali vermediği beyanattan ötürü makamını kurtardığını anlayınca buyurmuş.

               “Bana İsmet Bozdağ Beyi bulun. Ama gazetecidir, geç yatmıştır. Uyanınca gelsin.”

               Ama bizim cakalı polis Naci “uyanınca muyanınca” dinler mi, dayanmış bizim kapıya.

               Benim gazeteciliğe başlamam böyle oldu. Koskoca Burs valisini birkaç satırla aslanın ağzından çekip almıştım.

               Bir de gazeteden azlim var. Valiyi aslanın ağzından çekip almıştık ama Bursa’daki saltanatı uzun sürmedi. Milletvekili seçilince yerine Fazlı Güleç geldi. Bu, Fazlı Beyin ikinci Bursa valiliğiydi. Makama oturduğu zaman tanışmıştık ama sonra ne ben gittim, ne de o beni arattı. Gazeteyle ilgilenmiyordu. Doğrusu ben de bundan memnundum. Bol bol gevezelik edecek zamanım oluyordu.

               Biliyorsunuz savaş içindeydik. taşra gazeteleri haberleri Ankara Radyosu’nun yazdırma servisinden alırdı. Haberler aynı gün bütün Türkiye’de aynıydı. Günün birinde Alman sefiri Von Papen’e bir suikast yapıldı. Ankara’da Kızılay civarında yürürken arkasında bir bomba patlamış, büyükelçiye bir şey olmamış ama patlamanın şiddetinden yere düşmüştü. Bombayı üzerinde taşıyan adam ölmüş, yaralananlar hastaneye kaldırılmıştı.

               Haberi yazdırma servisi verdi, ben de not ettim, başlığını yazdım. Mürettiphaneye verip gazeteden ayrıldım. Ertesi sabah bölge polisi kapıya dayandı.

               “Sizi vali bey bekliyor.”

               Giderken düşünüyordum, bu davetin arkasında ne var diye. Parti müfettişlerinin arka çıktığı bir genci gazeteye tavsiye etmişlerdi. Kendisine köşe yazarlığı ve muhabirlik görevi verdim. Bir süre sonra istifa etmek gereği bile duymadan ayrılıp gitmişti. Acaba konu bu muydu? Gazetede çıkan suikast haberi aklıma bile gelmiyordu.

               “Beni emretmişsiniz efendim.” Vali bana o sabah çıkan Bursa gazetesini uzattı:

               “Şu suikast haberini oku bakalım”. Anlamadan gazeteyi elime aldım ve okudum. Bu sefer vali:

               “Bir de koyduğunuz başlıkları okuyun!” Başlıkları okudum ve yüzüne baktım.

               “Evet…”

               Valinin yanındaki müfettiş gürledi:

               “Ne eveti, görmüyor musun? Yazdırma servisinin haberinde büyükelçi yere düştü diyor, sen yuvarlandı diyorsun. Aynı şey mi bu? Yarın Almanya Türk devletine, senin gazeten benim büyükelçime hakaret ediyor, bu ne demektir, diye bir nota verirse devletimiz ne diyecek?”

               Anlamıştım! Parti müfettişi Zühtü Durukan arka çıktığı genci benim yerime yerleştirmek istiyordu. Böyle sudan bir olayı büyütüp beni istifaya zorlayacaktı. Ben bu düşüncenin muhasebesini yaparken sorusunu yeniledi.

               “Büyükelçime hakaret ediliyor diye bir nota gelirse ne cevap vereceğiz?”

               Duraksamadan yapıştırdım:

               “Ovv… hakkınız var Zühtü Bey. Hata vahim! Bu kusuru işleyen de bu vehameti idrak etti ve görevinden istifa etti dersiniz efendim! Müsadenizle”. Karşılık beklemeden kapıdan çıkıp gittim.

               Böylece benim tayin ile başlayan gazeteciliğim istifa ile noktalandı. Bugün 1939’da tayin edildiğimde başına oturduğum daktilodan hala kopmuş değilim. Meğer Refik Koraltan bana görev vermiyor, kader çiziyormuş!

Yıldızların Arkası- Beyaz Arılar (İsmet Bozdağ, Emre Yayınları, 2. baskı, 2007) kitabının 183-189. sayfalarından kısaltarak alınmıştır.

 

Bu sitenin son güncelleştirilme tarihi 18/02/24