Bursa'nın Simgeleşmiş İsimleri
|
|
Bu sayfa
Süheyla Çizakça ve kızı Çiğdem Çizakça'nın yazdıkları anı kitaplarından
kısaltarak hazırlanmıştır.(1)
Süheyla Hanım'ın annesi, Tanzimat Devrinde Avrupa’ya ilk gönderilen
hekimlerden Hayrettin Paşa’nın torunu Behire Hanım imiş. Babası ise Asım
Tevfik Sonumut (1886-1962)'tur. Asım Bey Galatasaray Lisesi’nde
okumuş, Tevfik Fikret hocası olmuş. Lisede öğrenciyken Ali Sami Yen ile
birlikte Galatasaray kulübünün üç kurucusundan biri olmuş. Süheyla Hanım
sonradan Galatasaray’ın stadının kapılarına diğer kurucuların adları
verilmesi için başvuru yapmış, sonuç alamamış. Asım Bey liseden sonra
Süheyla Hanım'ın annesiyle evlenmiş, 17 yıl (1907-1924) evli kalmışlar.
Süheyla Hanım babasıyla kalmış. Asım Bey liseden sonra
tarım alanında girişimcilik yapmış, İzmir’de bir çiftik için Avrupa’dan yeni
makineler almış. Bu girişimde zarar edince Süheyla Hanım'ın ablası ortaokulu
başlasın diye İstanbul’a taşındılar. Süheyla Hanım bir süre babasının müdürü
olduğu ve enstitünün kız öğrencilerinin elbise, vb ürettekleri atölyeye
devam etti. O dönemde kız enstitüsü mezunları için açılan öğretmen sınavına
girerek başarılı oldu. O dönemde babası Bursa’da olduğu için Bursa’yı tercih
etti ve Necatibey Kız Enstitüsü’ne stajyer öğretmen olarak atandı. O
geldiğinde Necatibey'in büyük binası yeni yapılıyordu, yıl 1938.
Necatibey'de öğrencilerle, arkadaşlarla hemen kaynaştı. Genç, becerikli ve
stajyer olmam yüzünden enstitünün bütün işlerine koşuyordum. Bu arada İhsan
Çizakça’yla arkadaş oldu. Onun otoritesi, öğretmenliği, başarılarına
hayrandı. Öğrenciler bile aralarındaki hissi bağı anlamışlardı. Buradan
sonra Süheyla Hanım'ın kendi yazdıklarından devam edelim:
"Mesleğimizin ciddiyeti işi uzatmamıza imkan
vermezdi. Bütün okul, öğrencisinden öğretmenine, hademesinden müdürüne kadar
bizi birbirimize uygun görüyor, her hareketimizi takip ediyordu. Yanında
stajyer olarak çalıştığım Saadet Hocam da İhsan Çizakça ile iyi arkadaştı.
Ondan Çizakça’nın da beni sevdiğini ancak çekindiği için açıklayamadığını
öğrendim. Bir gün ilk defa olarak atölyede kızara bozara konuştuk. Kurban
Bayramı geliyordu. Tatilden istifadeyle İstanbul’da annesi ve kardeşlerini
görecek, beni istetecekti. İhsan İstanbul’a giderken tam o sırada babamın
Selçuk Enstitüsü’nden muavininin kardeşinin Bursa’ya tayini çıkmış. Beni
isteyecekleri iki aile arasında senelerdir konu oluyormuşu. Bu genç
Belçika’da mühendislik okumuş. Okulu bitirir bitirmez dönmüş ve evlenmemiz
iki aile arasında görüşülüyordu. Arife günü okula geldiğimde hademe elime
bir kart tutuşturdu. Bu mühendis beyin isminden başka her şeyi Fransızca
yazılmış kartıydı. Bursa’ya gelir gelmez beni aramış, bulamamış. Luca Palas
otelinde kalıyormuş. Onu hemen aramamı rica ediyor. Bir yanda dürüst,
çalışkan, güvenilir ama meteliksiz resim öğretmeni. Diğer yanda zengin,
mevki ve lisanı olan bir mühendis. İlk olarak kartını yok ettim. Telefon
etmediğim gibi beni aradığını babama, babaanneme söylemedim. Çünkü mühendisi
tercih edeceklerini biliyordum. Babaannem feryat ediyordu: “Kuru baklavaya
benzeyen bu resim öğretmenini nereden buldun? Maddi sıkıntının ne olduğunu
biliyorsun. Mahvolursun… Asla mutlu olamazsın…” diyor ve ağlıyordu. Ablam
her gün İzmir’den mektup gönderiyordu: “Ömrün çamaşır teknesi başında çocuk
bezi, çamaşır yıkamakla geçecek, beceremezsin” diyor, beni vazgeçirmeye
uğraşıyordu. Bu durumu İhsan’a nasıl anlatacağımı düşünürken bir akşam üzeri
beni atölyeye çağırdı. Karşılıklı oturduk. Heyecandan elim ayağım
tutmuyordu. Şöyle dedi: “Seni Avrupa’da tahsil yapmış, çok zengin bir
mühendisin istediğini öğrendim. Onun sana sağlayacağı maddi imkanı ben on
sene sonra sağlayamam. Seni severim, mutlu olmanı dilerim. Beni düşünme. Sen
mutlu ol, iyi şeylere layıksın. Bugün otomobili var, yarın kürk de alır.
Bütün kadınların değer verdikleri şeyleri neden tepeceksin?” dediği zaman
gözleri kıpkırmızı ve yaşlıydı. Hiç düşünmeden şöyle dedim: “Siz beni hiç
tanımıyormuşsunuz. Bütün kadınların değer verdikleri şeylere ben hiç
aldırmam. Benim değer yargılarım bambaşkadır. Annemle babam ben küçükken
ayrılmışlar. Mutsuz bir çocuk olarak büyüdüm. Beni hakikaten seven biriyle
evlenmek isterim. Beni ömrünün sonuna kadar sevecek misin?”.. Soruma içi
titreyerek, ağlayarak “evet” dedi. İhsan benim o yaştaki olgunluğuma,
fikirlerime, ben de onun dürüstlüğüne hayrandım. Bütün karşı koşmalara
rağmen evlenmeye karar verdik. 1 Kasım 1938, doğum günümde okulda
nişanlandık. Yüzükleri takıp çikolata yedikten beş dakika sonra sınıfa derse
girdim. Gece dersi bittiğinde İhsan beni bekliyordu. Babam doğum günü
hediyesi olarak kocaman bir radyo almıştı. İhsan’ın hediyesi ise mavi, küçük
bir gece lambası ve kapağı kendi kompozisyonu olan bir Bursa kitabıydı.
Düğün hazırlıkları başladı. Tahtakale’deki evden
Çelik
Palas’ın karşısındaki büyük ahşap eve taşındık. Beraber
oturacaktık. İhsan gurup rengine boyadı odamızı. Parasızlık yüzünden
hazırlıklar ağır gidiyordu. 26 Ocak 1939’da nikah, 4 şubat 1939’da düğün
olacaktı. İhsan’la babamın içinden çıkamadıkları problemi çözmeye karar
verdim. Bursa’nın en büyük mağazası İpeker’e gittim, “mağazanın sahibiyle
görüşebilir miyim” dedim. Kasada oturan İhsan İpeker’i gösterdiler. Yanına
gittim, selamladım. Kendimi tanıttım. Bir sandalye verdiler, oturdum.
“Hiçbir ay aksatmamak şartıyla ayda on lira ödeyerek bütün ihtiyaçlarımı
sizden sağlayabilir miyim” diye sorduğumda yüzüme benim kadar temiz bir
ifadeyle ve inanarak baktığını gördüm. Bütün tezgahtarları çağırdı. “Hoca
Hanımı tanıyınız, ne zaman ne emrederse verin” dedi. Dünyalar benim olmuştu.
Ona nasıl teşekkür ettiğimi bilmiyorum. Tüm ihtiyaçlarımı aldım, 120 TL
tuttu. Tam bir yılın sonunda borcum bitecekti. 4 Şubat günü iki tarafı
oymalı o güzel belediye salonunda nikahımız kıyıldı. Düğünümüz de fevkalade
oldu. Tüm akrabalar İstanbul’dan geldi, Çelik Palas’ta kaldılar. Gençler de
Çelik Palas’ın karşısındaki (şu anda restore edilmekte olan) eve doluştular.
Odamızda soba yoktu. O şahane düğünden sonra sadece donduğumu, dişlerimin
durmadan birbirine çarptığını hatırlıyorum.
Yüksek öğretmenlik okumadığım için bir yerlere tayin olacağımı biliyordum.
Nitekim Elazığ Kız Enstitüsü’ne tayinim çıktı. İhsan da benimle birlikte
tayin oldu. İlk işim İhsan İpeker’e gitmek oldu. 120 liralık borcun 40
lirasını ödemiştik:” Efendim, Elazığ’a tayinim çıktı. Sakın aklınıza bir şey
gelmesin. Maaşımı alır almaz 10 liranız hemen postalanacaktır, emin olunuz”
dediğimde yine aynı dost bakışlarla baktığını hissettim: “Biz zaten eminiz
Hoca Hanım, biz insan sarrafı olduk. Siz rahat olun, güle güle gidin”.
Bursa’ya tekrar döndüğümüzde onun kiracısı olacağımız kimin aklına gelirdi.
Süheyla Hanım ve eşinin Bursa'ya d önüşleri üç yıl sonra şöyle oldu:
"Babam
uzun yıllar bekarlıktan sonra evlendi, yeni eşinden kardeşim Gülseven doğdu.
Gülseven'i Bursa’da yeni açılan Özel Yeni Okul isimli yuvaya yazdırmak için
müracaat ettiğinde, yuvanın sahibi Nazım Yücelt babama, 7 öğrencisi olan
yuvanın zarar etmekte olduğunu, kardeşimi yuvaya alamayacağını, devretmek ya
da satmak istediğini söylemiş. Babam okulu gezip çok beğenmiş, bizim adımıza
talip olmuş. O gün durumu mektupla bize bildirdi. Hayatımızı değiştiren o
mektubu aldığımızda ne yapacağımızı şaşırdık. İhsan hemen izin alıp Bursa’ya
gitti. O da bayıldı. Okul Gökdere Caddesi’nde büyük ağaçlarla dolu bahçesi
olan fevkalade bir konaktı. Ben de bayıldım. Yedi öğrencisiyle yuvayı
devraldık: Eylül 1943. Mal sahibi İhsan İpeker çıkmaz mı?
Okulumuz bahçe içinde ahşap bir konak. Mühendis
Şefik Bey Konağıymış. Şefik Bey Müeyyet Teyze’nin büyükbabasıymış. Bir ara
sanırım Bursa valisiymiş, yani vali konağı olarak da kullanılmış.(1)
Binanın büyük kısmını (selamlık) biz işgal ediyorduk. Haremlik kısmında da
Kamil
Tolon ailesi oturuyordu. Aynı çatı altında fakat tamamen ayrı
idik. Tolon’lar zengin şık, kültürlü, mutlu insanlardı. Kapıda lüks otomobil
her zaman hazırdı. Hafta sonları bir yerlere giderlerdi.
Elazığ’a dönmediğim ve rapor alamadığım için
maaşım kesildi. Para sıkıntısına girdik. İhsan’ın sanatı imdada yetişti.
Cumhuriyet Alanı- Çekirge arasında işleyen otobüslere levha ve sokak
tabelaları yaparak, desenleyerek para kazandı, aç kalmadık. Yavaş yavaş
talebe sayımız arttı.
Kısa süre sonra tayinim hemen yanımızdaki
Necatibey Kız Enstitüsü'ne çıktı. 30 yıl zevkle, heyecanla enstitünün
marifetli, iyi öğrencileri için faydalı olmaya çalıştım.
1947-48 ders yılında ilk mezunlarımızı verdik, 7 öğrenciydi. İkinci yıl 22
mezunumuz oldu. Kızım Çiğdem üçüncü yıl mezunumuzdu. Fevkalade bir sınıftı.
Değerli öğretmenleri Neriman Süzer (Ulga) matematik konusunda uzmandı. Vedia
Erciyes Türkçe, Hilal Şimay coğrafya ben tarih, İhsan resim derslerini
üstlenmiştik. Kamil Bey boşanınca Müeyyet Hanım iki
çocuğuyla evde kaldı. Kamil Tolon gitti. Kızı Abatun da bizim 1. sınıfa
yazıldı. Güneşli bir Ocak sabahı yakışıklı, şık aynı zamanda nazik bir
beyefendi demir parmaklıklı kapıdan girdi, beni görünce selamladı, ben de
selam verdim. Çocukların dayı dedikleri bu bey sık sık eve gelir oldu.
Müeyyet Hanım'ın çocukluk ve okul arkadaşı olduğunu ve evlenmeye karar
verdiklerini öğrendik. Fakat her ikisi de birer yıl cezalı olduklarından
evlenemiyorlardı. Bir akşam Abatun geldi, bize ziyarete gelmek istediklerini
söyledi. .. Müeyyet Hanımın evimize ilk gelişiydi. Kamil Bey'le evliyken
sadece selamlaşıyorduk. Demek ki bu ilişki, bu komşuluk Sadık Şendil’den
kaynaklanıyordu. Sadık Beyle konuşurken “edebiyat sever misiniz” diye sordu.
Meğer kendisi yazarmış. Birçok tiyatro ve film senaryosu yazmış. O gün bugün
en yakın kardeşler olduk. Aradaki kapılar açıldı, bir ev gibiydik. Her sene
okulda en güzel tiyatro oyunlarını sahneye koyduk. İhsan’ın dekorları da
işin içine girince ne oyunlar çıktı meydana.
Senelerdir okulun üst katındaki bir odada biz, kontraplakla bölünen büyük
sofanın bir kısmında da çocuklar yatıyordu. Şartlarımız zordu. O sırada çok
yakınımızda bir inşaat başlamıştı. Ticaret Lisesi-Enstitü- Özel Yeni Okul
arasında her gün geçtiğimiz yolda 4 minik satılık ev. Kaparo verip birini
aldık. Küçücük bir ev, kerpiç ama boyanınca pırıl pırıl, şirin bir ev oldu.
İki minik yatak odası, minik mutfak, bir misafir odası, Yerler muşamba,
perdeler tül…tamamı 4500 TL’ye mal oldu. Bu sırada oğlum Murat bahçede
komşumuz İpeker’lerin oğlu Osman’la oynuyordu. Onun bisikletine özenmişti.
Beş liram vardı, biraz borçlanarak gidip bir tane de oğluma aldım.
Üçüncü çocuğum Leyla’nın doğumu için ablam, Bursa’ya yeni gelmiş genç bir
doktor getirmişti, adı Nejat Türkoğlu idi. Lise öğrencisine benziyordu, hiç
gözüm tutmadı ve itiraz ettim. İyi ki ablam onu getirmiş, En zor doğumum
oldu. Herkes ziyarete geldi, okulun bahçesi doldu, taştı. O sırada Çiğdem
14, Murat 6 yaşındaydı. Leyla sağlıklı büyüdü.
küçücükken yuvaya başladı. Okulumuz artık iyice köklü, başarılı bir okuldu.
İhsan Ticaret Lisesi’nde, ben Kız Enstitüsü’ndeki görevimiz dışında
okulumuzda çalışıyorduk. Yazları 15 gün Uludağ Kirazlıyayla’da, 15 gün
Kurşunlu’da çadır kampı yapıyorduk.
Kızım Çiğdem, Oğuz ile uzun
süre arkadaşlık etti. Adapalas Oteli’nin sahibi Selahattin Sezencan’ın
aracılığıyla Kağıtçıbaşı ailesi Mutluevler’deki evimize gelip Çiğdem’i
istedi. Çiğdem’in iki şartı vardı: Her iki ailenin de anlaşarak bu evliliğe
razı olması ve Oğuz’un Amerika’ya gelmeyi kabul etmesi. Oğuz kabul etti ve
evlendiler. Eşim İhsan'ı maalesef 29
Temmuz 1965 gecesi kalp krizinden kaybettik. Naaşını Burgaz’dan Özel Yeni
Okul’a getirdik. Şanına layık bir tören yaptık. Doktorlar İhsan’a çalışmayı
yasakladığında Ali Çakır ve Kadir Çağal’a okulu devretmeyi düşünmüştüm. 100
bin istiyorduk, bununla iki ev alabilirdik. 90 bin ile 100 bin arasında
pazarlık ederken gözüm İhsan’a takıldı, çok üzgündü. Vaz geçtik satmaktan.
İhsan vefat edince bir ay sonra aynı arkadaşlar yine teklifle geldiler.
“Arkadaşlar” dedim, “İhsan isteseydi okul çoktan sizin olmuştu. Ama
biliyorsunuz ki istemedi. Onun istemediği hiçbir şey olmayacaktır. Ne
zorlukla karşılaşırsam karşılaşayım, okul yaşayacaktır.
Çiğdem kötü haberi aldığında doktorasını bitirmek üzereydi. Hemen Türkiye’ye
döndüler. Bir sene içinde bitirdi doktorayı. Eski okulda kalmamız mümkün
deildi. Lise kısmını açabilmek için hem sınıf sayısı hem labaratuvar yeterli
değildi. Babamızın adını vereceğimiz okulumuz daha geniş ve güzel olmalıydı.
En sonunda iyi bir yer bulduk. İzzet Doruk’un Setbaşı’ndaki tütün deposu.
Fakat bina boş değildi. İnhisarlar beş yıl için kiralamış, daha iki yıl
süreleri var. Bursa İnhisar müdürüne gittim. “Öğretmen Hanım sen bu sevdadan
vazgeç. Bakanlığın böyle daha çok depoya ihtiyacı varken en büyük depomuzu,
parası peşin ödenmişken neden bir özel okula verelim. Üniversite için bile
vermeyiz” dedi. Adam haklıydı ama yılmadım. Herkes bana
Hayri Terzioğlu’na başvurmamı
öğütledi. Randevu alıp gittim. Başladım anlatmaya. İhsan’ı biraz tanıyordu.
Ben heyecanla anlatırken: “Güzeeel. Özel okullar iyi para kazanıyorlar”
demez mi! Başımdan aşağı kaynar sular döküldü. “Sizde mi böyle
düşünüyorsunuz” dedim. “Bursa’yı çok sevdiğinizi, çalışkan insanları takdir
ettiğinizi, Bursa için faydalı olan her şey için yardımcı olacağınızı
söylemişlerdi bana, onun için size koştum. Dünyada paradan daha değerli
duygular olabileceğini, rahmetli eşimin yoktan var ettiği, sırf çalışkanlık,
dürüstlük ve fedakarlıkla okulunu ilerlettiğini, psikolog olan kızımın ve
iktisatçı olan damadımın okulu daha ileri götüreceklerini size izaha
çalışırken verdiğiniz cevap beni yıktı. Çünkü bu yüce ve ulöi heyecan
yanında para çok cüce kalıyor. Gereken ve mecburi harcamalar dışında para
hiç lazım değil. Çünkü ben zaten zenginim. Zenginlik izafi bir şeydir. Bir
evim, otomobilim, mükemmel okuyan üç çocuğum var. İkisinin tahsili bitmek
üzere. Hem kendi maaşım hem de eşimden bağlanan maaşım var. Daha ne isterim.
Pek çok kadının değer verdikleri mücevher denilen şeyi hiç kullanmadım,
eksikliğini hiç çekmedim. Güleceksiniz ama tanımam bile”. Bu minval üzere
aşka gelmiş konuşuyordum. Kendimi kaybetmiş gibiydim. Gözüm Hayri Beye
takıldı. Onun gururlu, biraz müstehzi, tepeden bakan Hayri Bey olmadığını,
beni hayretle biraz da takdirle izlediğini fark ettim. “Öğretmen Hanım,
sizi hiç tanımıyordum. Şimdi tanıdım. Beni bir ağabey bilin, daima yanınızda
olacağım, sizi hiç kimse köstekleyemez” dedi. Hakikaten de yanımda oldu.
Tütün dolu koca iki depo boşaltılmaya başladı ve benimle alay eden İnhisar
Müdürü kamyonlara yüklenen balyaları not ediyordu. Berbat haldeki depoyu
okula çevirmek için işe koyulduk ama paramız yoktu. Burgaz’daki Kavaklı
Yalı’yı satılığa çıkardım. Ertesi sabah okula Turgut Yılmazipek geldi. “Bu
sizin yalı değil mi” diye ilanı gösteriyordu. “İhsan Beyin bu yalıya ne
kadar emek verdiğini biliyorum. Gündüz kullanılan çarpılan çivileri bile
bütün gece düzeltir, yine kullanırdı. 'Çok üzülüyorum'deyince tepem attı.
'Turgut Bey bu güzel villayı keyfimden satmıyorum. İhsan’ın adını taşıyacak
okulumu büyüteceğim. Eserini yaşatacağız, Çiğdem Amerika’dan geliyor'.
Turgut Bey yalının satılmasına engel oldu. Bu süreçte maddi manevi
yardımlarını gördüğüm dostlarımı burada anayım:
İhsan Sabri Çağlayangil, Hayri
Terzioğlu, Turgut Yılmazipek, Abdurrahman Şenipek, Mehmet Ermutlu,
Hüsamettin Çilahçı, Mehmet Karacaovalı. Yalnız önemli
bir sorun yaşadık. Lise kısmına başlamamız için bakanlıktan onay yazısı
gelmemişti. Bizse broşür bastırmış, adreslere yollamış, caddelerde elektrik
direklerine asıp ilan etmiştik. Biri bez afişimizin resmini çekip Ankara’ya
göndermiş. Bakanlıktan ihtar yazısı geldi. Perişan oldum. Milli Eğitim
müdürü Ertuğrul Seyhan’a hemen bugün Ankara’ya gideceğimi, bez levhalar için
iki gün süre tanımasını rica ettim. Ankara’da bakanlıkta işimi
halledemeyince İhsan Sabri Çağlayangil’den randevu almaya çalıştım. Vali
iken Bursa’da yakınlığımız olmuştu. Okulumuzu tanır, beni de severdi. Durumu
ona anlattığımda “Keşke Milli Eğitim bakanı olsaydım. Ama ben Dışişleri
bakanıyım” dedi. Kim bilir yine nasıl moralim bozulmuş olacak ki eşi
Firuzende Hanım müdahele etti: 'Süheyla Hanım eşini yeni kaybetti. Sen de
İhsan Beyi iyi tanırdın. Dış İşleri bakanı olarak değil Bursa senatörü
olarak işe müdahale edeceksin' dedi. Onun bu çıkışıyla işimiz halloldu.
İlan ettiğimiz günde Amerika’dan gelen
çocuklarımla, Amerikalı öğretmenlerimizle okulu açtık. Okulun bitişiğinde
büyük bir bahçe sineması vardı, tören orada yapıldı. Tüm işleri 14 ayda
halledip okulu açtık. Çiğdem’in Amerikalı arkadaşlarıyla gelmesi, Oğuz’un
muhasebeyi eline alması büyük sükse yaptı. Her sınıftan ikişer şube vardı.
Oğuz muhasebe dışında her öğrenci için tuttuğu kartlara çocuk hakkında geniş
bilgiler not ediyor, veli daha kapıdan girerken kartına bakarak çocuğun
durumunu, velinin adı bildiği için onlara ismiyle hitap ediyordu.
İhsan’ın vefatından sonra kuruculuk görevini kardeşim Saadet aldı. Dört yıl
Haydar Aktaş, bir yıl Kadir Çağal müdürümüz oldu. Diğer bütün işleri Vedia
ve Muammer yürütüyordu. Sonra uzun süre Vedia Erciyes müdürlük yaptı. Ondan
sonra da kızım Leyla müdür oldu. Duyduk ki okul
binamız, çocuk parkı ve trafo yapılmak üzere belediye tarafından satın
alınmış, biz belediyenin kiracısı olmuşuz. İlk zamanlar değişen bir şey
yoktu. Ama 22 mayıs 1981’de gelen bir yazı her şeyi değiştirdi: bir ay sonra
okulu boşaltmamız isteniyordu. Atatürk’ün doğumunun 100. yılına rastlayan
1981’de, milletçe okuma-yazma seferberliği yapılan bir zamanda 40 yıllık bir
okulu kapatmanın belediyeye bir kazanç sağlamayacağını belirten bir dilekçe
yazdım, belediye başkanı Mustafa Atak’a gittim. Kulağı ağır işittiği için
dilekçemi bana okuttu. Yüksek sesle, vurgulayarak okudum. Yüzüne baktığım
zaman aaylı bir şekilde güldüğünü gördüm. 'Edebiyat yapmışsın' dedi. 'Yok
Atatürk’ün 100 yılıymış, milletçe okuma seferberliği yapılıyormuş, bütün
okulla çift öğretim yapıyormuş, öğrenciler nereye gidermiş… Bunlar laf. Seni
üzen öğrencilerden artık gelmeyecek olan para' diyerek baş parmağı ile
işaret parmağını birbirine sürtüp para işareti yaptı. Gördüğüme, duyduğuma
inanmam mümkün değildi. Bir belediye başkanı nasıl böyle düşünebilirdi.
'Teessüf ederim. Sizin idealist bir öğretmenin pırıl pırıl düşüncelerini
anlayacak kapasitede olmadığınızı anlamalıydım' deyip kapıyı çarpıp çıktım.
Ertesi gün belediye başkanı kalp krizi geçirdi. Gazeteler durumunun ağır
olduğunu yazıyordu. Bu sefer de vicdan azabı çekmeye başladım. Neyse ki
sağlığına kavuştu. Mustafa Bey'in yerine Ekrem Barışık başkan olduğunda çok
sevindim. Gidip kendisiyle görüştüm, güzel güzel konuştuk. Görevinde yeni
olduğu için kanunsuz iş yapmaktan çekiniyor, belediye avukatı Hüseyin
Arca’nın görüşlerine göre gidiyordu. 1973-77 arasında ben Belediye Meclis
üyesiyken Hüseyin Arca’yı tanımıştım. Ne sebepten bu kadar aleyhimize
olduğunu bir türlü anlayamadım. Başkanı menfi yönde etkiliyordu. Eski mal
sahibinin gayeye uygun çalışmalar yapılmazsa malını geri alabileceğini ve bu
durumda belediyenin zarar göreceğini söylüyordu. Oysa ben başka avukatlardan
durumun böyle olmadığını, belediyenin zarar görmeyeceğini öğrendim. 7 Temmuz
1981’de gelen icra emri okulu 15 gün içinde boşaltmamızı söylüyordu. Acele
bir dilekçe yazıp yeniden başvurduk. Dilekçemize cevap 4 Kasım 1981’de
geldi: '1981-82 öğretim yılı Şubat tatilinde gayri menkul boş olarak teslim
edilecektir' ihtarını aldık. Bu arada konu gazetelere de konu olmuştu. Henüz
tam bitmemiş, kalorifer tesisatı döşenmemiş yeni binamıza Şubat ayında
taşınmamız isteniyordu. Belediyenin sabrı taştı. 19 Aralık 1982’de okula
grayderler geldi. Bir dakikada okulun bahçe kapısı ve duvarları yıkıldı.
Bahçeyi tarla gibi sürdüler. Göz yaşlarını bir yere toplamak mümkün olsaydı,
benim göz yaşlarım bardakları doldururdu. Okul -Aile birliği üelerinden
birkaç veli belediye başkanına ricaya gittiler. Çizakça adını duyunca kabul
edilmemişler. Bu üzücü durumda ümidimizi kaybetmedik. Leyla ile acele
Ankara’ya gitmek üzere yola revan olduk.
Özel Öğretim Kurumları genel müdürü durumumuzu
çok iyi biliyorlardı. Şube müdürü Bahtiyar Aksu talebemdi. 'Olmaz böyle şey'
diyor, olanlara inanamıyorlardı. Ders yılı sonuna kadar izin verilmesi
yolunda bir yazı hazırladılar. İş bakanın imzasına kalmıştı. Bakan ertesi
gün Fransa’ya gidecekti. Bakan bir konferansa katılacaktı. Çıkışta
kalabalığı yararak yanına gittik, rica ettik. Bakan Hasan Sağlam ertesi
sabah bizi bakanlığa davet etti ve evrağımızı imzaladı. Ayrıca Bursa
valisine özel bir mektup yazdırdı. Bütün sıkıntılar bir anda uçup gitti
sanki. Çocuklar gibi sokaklarda koştuk. Huzur içinde bir kış geçirdik.
Yeni okulumuza geçmek için gereken işlemler tamamlandı. Her şeyimiz tamdı: 9
Mayıs 1983.
Fevkalade güzel bir açılış töreni yapıldı.
Belediye tarafından acele çıkmak zorunda bırakıldığımız için yeni binamızın
temeli bir kat daha çıkmaya müsait değildi ve betonarme de değildi. Çelik
konstrüksiyondu. Binanın etrafı bomboş ve ayrıca çok ucuz olduğu halde fazla
arazi alamıyorduk. Çünkü ya geniş arazi alabilecek ya da bina yapabilecek
gücümüz vardı. İlkokulumuzu da kaloriferli güzel binaya alabilmemiz mümkün
olmadı. İster istemez üvey evlat gibi, öbür okul belediyeye ait olmayan
kalorifersiz binada kaldı. Sırameşeler’deki binamız tek katlı olduğu için
tam ilkokula uygundu. Fakat orta ve liseyi ilkokul binasına sığdırmak mümkün
değildi. Biraz toplanır toplanmaz ikinci ilkokul binamız için yeniden yer
aramaya başladık. Bu konuyu küçük damadım Feridun üstlendi ve işe koyuldu.
Dobruca’da dört dönümlük bir arazı buldu. Arkada Nilüfer Çayı, bağ, bahçe,
karşıda yemyeşil dağlar, erguvanlarla dolu, doğa harikası bir yer.
Sahipleriyle de anlaştığımız bu yere bir türlü ruhsat verilmiyordu. Doğayı
koruma (sit bölgesi), Karayolları hizmet bölgesi, bağ, bahçe bölgesi,
ağaçlandırılacak bölge deniyordu. Aradan bir seneden fazla zaman geçti.
Odunluk mevki denen yerde bir yer bulduk. Planda bağ-bahçe alanı olarak
görüldüğü için okul alanına çevrilebilir düşüncesiyle belediye meclisine
başvurduk. Komisyona havale edildi, oradan olumsuz cevap geldi. Fuara
yakındır, ileride Emniyet ve başka kuruluşlar bina yapmak isteyebilir
gerekçesiyle uygun görülmedi. Son olarak Dobruca Karaağaç mevki, pafta 2,
parsel 46 için müracaatımız ağaçlandırma sahası olduğu için uygun görülmedi.
Halbuki biz okul olarak 10.000 metrekare yerin en çok 1000 metrekaresine
bina yapacaktık. Ağaçlandırmayı biz üstlenelim. Ayrıca ortaokulu olmayan bu
köyün öğrencilerini burs verelim, çalışkanları üniversitede belediye adına
okutalım dedik. Hiçbir sonuç alamadık. Fakat hiç anlamadığım bir şey vardı.
Dobruca’da oğlumun yaptırdığı eve giderken ağaçlandırılacak denen yerde
mantar gibi apartmanlar yapılmış olduğunu görüyorum. Hani bir, en çok iki
katlı villalar olacaktı, doğa korunacaktı. Aradan 8-10 geçseydi anlardım,
plan değişikliği gerekmiş derdim. Ama aradan sadece bir yıl geçti. Bize
imkan verilseydi kim bilir kaç köylü çocuğu bedava okuyacak, lisan
öğrenecekti. Odunluk, İnkaya, Dobruca köylerindeki çocuklar şanssızmış.
İhsaniye’deki yeni okulumuza bir sanat eseri gerekiyordu. 28 Mayıs 1987
tarihli Hakimiyet gazetesinde ünlü ressam Şefik Bursalı’nın büstün yapan
heykeltraş hakkında bir haber okudum. Haberde Profesör Tankut Öktem’in
Kumla’daki atölyesinde yaptığı büstün 8 Temmuzda Basak Caddesi’ne konacağı,
caddeye adının verileceği yazıyordu. Kocamın çok sevdiği arkadaşı Şefik
Beyi’i çok iyi tanıdığım için heykelin ne kadar başarılı olduğunu görüp
heyecanlandım. “Allahım” dedim ve soluğu Gemlik’te aldım. Tankut Beyle
konuşup anlaştık. İsteyip isteyip bir türlü anlatamadığım bu sanat eseriyle
okulumuz bir kat daha anlam kazanacaktı. Yine Tankut Bey’in yaptığı ve
bahçeye konulan Büyük Atatürk heykeli de her yerde görülenlerden çok
farklıydı. Elinde kitap (Nutuk) gençliğe hitap ediyor, yol gösteriyor
gibiydi. Bir yıllık uğraşıdan sonra ikinci büyük
okulumuzun yerini de bulduk ve ruhsat aldık. Bu kadar köy, kasaba, nahiye
adı varken İhsan Çizakça’nın okulunun İhsaniye köyünde oluşu ne muazzam bir
rastlantı. İnşaat süratle ilerledi. Her akşam Murat’la inşaata gidip
gelişmeleri izliyorduk. Mimar Korhan Durusoy’un çizdiği plan müteahhit Kemal
Eroğlu tarafından uygulanıyordu. Hiçbir müteahitin göstermeyeceği
kolaylıkları gösteriyordu. On sekiz ayda, hiç üzüntü çekmeden tamamlandı. Bu
arada Feridun da boş durmadı. Diktiği tüm fidanlar tuttu. Atatürk’ün Nutkunu
taşıyan büyük heykeli bahçedeki yerine yerleştirdikten sonra bitme aşamasına
gelen okulumuzda yakın dost ve arkadaşlarımla bir yemek tertipledim. Ilık
bir Mayıs akşamıydı. Emekli hakim Mürüvvet Yener o güzel sesiyle ilahiler
okudu, biz de hep beraber dualar ettik. Yemeğe çağırdıklarım arasında 45
yıllık arkadaşım Saadet Daloğlu, Şenipek’ler, Alanyalı’lar, Mediha Armağan,
Dr. Ayten, Efe’ler, Gülten, Hatice Taşkıner, Aker’ler, Barışıcı’lar, Büşrü,
İrez’ler, iki İbrahim, Kıvanış, Kevser, Tozluoğlu, Ussoy, Ayfer Buğu, Ferih
Alyanak (2), Bedia Akören, Hikmet Ökem,
İffet, Nebahat, Arslanova’lar, Dikencik’ler, Odman’lar, İsmet-Vildan
Çokusoğlu, Neriman Barçman, Mesude Eker, Selime Koskale, Yazıcı’lar, Huriye
ve kaptanımız Ali Şengönül vardı. 70 yaşıma girdim. Az
yaş değil. Kimselere belli etmek istemiyorsam da işlerimi bir an önce
ayarlamak, yoluna koymak istiyorum. Ve bu ayarlamayı yapıyorum da. Nihayet
19 Eylül 1988’de yeni okulumuz muhteşem bir törenle açıldı. İlk, ortaokul,
lise hayal bile edemeyeceğimiz iyi koşullarda eğitime devam ediyor.
Şimdi de Çiğdem Hanım'ın
annesinin anılarına yaptığı eklemelere bakalım:
Annem öğretmen
grubuyla Uludağ’a kayak kaymak için çıkmalarını ilginç bir faaliyet olarak
yazmış. Aslında bu, ilginç bir faaliyetin ötesinde bir şeydi. 1939 yılında
kayak kaymak nedir bilinmezken, öğretmenlerin kadınlı erkekli dağa çıkmaları
onların kendi devirlerinin ne kadar ilerisinde oldukların gösteriyor.
Üstelik zahmetine de katlanarak. O zamanlar elbette telesiyej, teleski gibi
teknoloji yoktu. Doğru dürüst yol ve otobüs bile yoktu. Belli bir
yükseklikten sonra kayaklar sırtta taşınıp yürüyerek çıkılıyordu.
Annemle babam birçok öğrenci velisiyle şahsen tanışırlardı. O zamanlar
çocuğunu özel okula gönderenler belli bir kesimdi. Bunların içinde Bursa’nın
en tanınmış ailelerinden Ferit Odman ve eşi Armağan Hanım da annem ve
babamla ahbaptılar. 1940'lı yıllarda
okulumuz ve evimiz olan ahşap konakta yazları sıralar birkaç sınıfa
toplanır, diğer sınıflar boş kalırdı. Misafirlerimiz olurdu. Babamın Güzel
Sanatlar Akademisi’nden ressam arkadaşları Kemal Zeren, Hulusi Mercan,
Bedri Rahmi Eyüboğlu ve eşi Eren Eyüboğlu gelip bizde uzunca
kalırlardı. Hiçbirinin parası yoktu. Her biri boş bir sınıfa yerleşir, yer
yatağında yatar, resimlerini stüdyo gibi orada yapardı.
Birçok arkadaşım vardı. En başta Müeyyet Teyzenin kızları Abatun ve Barkın.
Sonra çok yakında oturan diş hekimi Tevfik Hekimgilin kızları Özen ve Bezen.
Okulun karşısında, az aşağıda Selahattin Karacagil’in konağı vardı.
Selahatin Bey, anı romanlara konu olan Şakir Paşa Ailesi’nden seramik
sanatçısı Füreyya’nın ilk eşiymiş. Benim çocukluğumda Selma adında alımlı,
zarif bir hanımla evliydi. Caddenin daha aşağısında milletvekili Hulusi
Köymen’in ve Resulzadeler’in konakları vardı. Yanımızda İhsan İpeker’in
(Gaffarzadelerin) o zaman için modern sayılan beton evi vardı. Eşi Türkan
Hanım toplu ama çok güzel kadındı. Müeyyet Teyze ve Sadık Amca zatin her
zaman bizimleydi. Üst yanımızda oturan Fehmi Amca ve Selime Teyze (Ünmeriç)
de bazen gelirdi. Diğer gelenler öğrenci velileriydi. Arada bir Hilal
(Şimay) Hoca ve eşi Şahap Amca gelirdi. Yıllar
içinde okulumuzu sarsan rekabet hep dostlar tarafından oluşturuldu. En önce
babamın arkadaşı, matematik öğretmeni Namık Sözeri tarafından. Namık Bey
babama sık sık gelip ondan okul yönetimi hakkında bilgi alırdı. Arkasından
Bursa Koleji’ni kurdu. Bizim okulun az aşağısındaki bu yeni okul sükse
yaptı. Bir süre sonra bizim okulumuzda öğretmen olan Sevim ve Mefaret
öğretmenler hiç sezdirmeden hazırlıklarını yapıp, o zaman çok gözde bir semt
olan Çekirge’de
İnal Okulu’nu kurdular. Üstelik kendi
sınıflarındaki bütün öğrencileri de oraya aldılar!!! Anlaşılan velilerle
önceden irtibat kurmuşlardı. Babam ilk kalp krizini işte bu olay üzerine
geçirdi. İleriki yıllarda, babamın ölümünden
sonra yakınlarının yeni okullar açması devam etti. Önce bir öğrencimizin
velisi ve okul aile birliği başkanımız Nezih Tunçsiper bir okul açtı. Daha
sonra müdür muavinlerimiz Hayati ve Hadiye Çakır, bizde okul yönetimini
öğrenip Çakır Okulu’nu açtılar. Denebilir ki Özel Yeni Okul Bursa’daki özel
okulların nüvesini oluşturdu. Babamın ölümünden
sonra biz Amerika’dan döndüğümüzde annemin hiç parası yoktu. Babamın
hastalık sürecinde okul öğrenci kaybetmiş, masrafların bir kısmı zor
karşılanır olmuştu. Köhne tütün deposunun düzgün bir okula dönüştürülmesi
ciddi bir yatırım gerektiriyordu. Eşim Oğuz, çocukluk arkadaşı Ural
Duraner’den o zaman için önemli bir miktar borç aldı (hatırladığıma göre
150.000 tl) Bu parayla okulu açabildik . Annemin
ölümünden sonra geçirdiğimiz sarsıntıdan okul da payına düşeni aldı. Son
yıllarda zatin işler iyi gitmiyordu. Artan rekabet bizi çok zorluyordu.
Yeniye olan rağbet, pazarlama ve reklamın yaygın etkisiyle yeni açılan
okullara geçiş hızlandı. Süheyla Çizakça’dan sonra yeni bir vizyon da
oluşturulamadı. Aslında bu geriye gidiş birkaç yıldır söz konusuydu. Oğuz,
her zamanki mantıklı yaklaşımıyla, profesyonel bir yöneticiye ihtiyacımız
olduğunu söylüyordu. Annem ve kardeşim Leyla bunu kabul etmedi. Leyla
önerilerimizi kabul etmiyor, önemli adımları atamıyordu. Eşi Feridun
alkolikti. Feridun hep okuldaydı, okul kooperatifini idare ediyordu. Eski
yöneticiler bir türlü yenilenemiyordu. Oğuz’un hesaplarına göre okulu
kapatmak zorunda kalacağımızı konuşuyorduk. Fakat Leyla ağlıyor, durumun
düzeleceğini söylüyordu. Sonunda içimiz kan ağlayarak okulu kapattık. Bu
arada Murat stres ve üzüntüden hafıza kaybı yaşadı. Leyla gençliğinden beri
kendisine bakmazdı. Eşi alkolikti hem kumar oynuyordu. Bu sorunlarla başa
çıkamadığı için çok sigara içerdi, günde üç paket. Ve kiloluydu. Sigaraya
bağlı akciğer kanserinden kaybettik onu, 2004’te.
İhsan
Çizakça Lisesi kapandı ama Çizakça ruhunu mezunlar sürdürüyor. 1991’de
mezunlar derneğini kurdular.
-------------
1
Bir Ömür Ki, Süheyla Çizakça, Zirve Basım, 1990 // Lüla ve Ben- Çiğdem
Kağıtçıbaşı, Doğan Yayınevi, 2015
2
Süheyla Hanım yanılıyor olmalı. Şefik adı taşıyan tek
Bursa
valisi Şefik Soyer'dir ve 1935-39 arasında görev yapmıştır. Nazım
Yücelt'in Özel Yeni Okul'u 1942'de açtığı düşünülürse bu binanın sadece iki
yıl önce vali konağı olduğunu düşünmek zor.
3
Bu kişi Dr. Tahir Alyanak’ın eşi Feriha Alyanak olmalı.
|