İsmet Bozdağ
Yıl 1939. 2.
Dünya Savaşı patlamış. Sivil savunma denemeleri yapılıyor, pencereler
karartılıyor, sanki sığınak varmış gibi sirenler ötüyordu. O yıllarda fikir
ve edebiyat heveslilerinden olduğum için
Halkevi’nin
Dil-Edebiyat bölümüne kayıtlıydım. Adam kıtlığında beni de Komiteye
seçmişler, üstelik ULUDAĞ adlı derginin yönetimini de bana vermişlerdi.
İyi bir kadrosu vardı Uludağ’ın. Dergiler
arasında iki kez birincilik kazanmıştı. Hacminin 150 sayfaya ulaştığı
olurdu.
Namdar Rahmi Karatay, Orhan Şaik
Gökyay, Rami Karul gibi tanınmış fikir ve edebiyat adamları çevresinde
toplanmıştılar.
Namdar Rahmi Karatay
Ahmet Vefik Paşa Bursa’da valilik yaparken
yalnız tiyatro kurmamış, bir de gazete çıkarmış, hem de günlük! Adı BURSA.
Bazı valiler gerek yok deyip kapatmışlar, bazı valiler, “Aman matbuat
medeniyetin ayrılmaz parçasıdır” demişler, yeniden çıkarmaya başlamışlar.
Gazete,
Musa Ataş
adlı bir gazetecinin elinde günlük ve dört büyük sayfa halinde çıkarken,
Musa Ataş yedek subay olarak askere alınınca başsız kalmış. Vilayette bir
telaş. Kim yapacak bu işi?
Vali, Kuvayi Milliyeci, Birinci Büyük
Millet Meclisi’nde mebus ve sonradan
Demokrat Parti’nin kurucularından olan
Refik Koraltan benim ULUDAĞ dergisini çıkarmakta olduğumu bildiği için
buyurmuş: “Çağırın bana Uludağ dergisini çıkaran genci”.
Çıkardılar beni karşısına. Hayatımda ilk
kez vali karşısına çıkıyorum.
“Bursa gazetesinin başyazarı Musa Ataş
askere alındı. Yerine seni tayin ettim. Git işine başla!”
“Efendim…”
“Efendim yok! Uludağ dergisini nasıl
çıkarıyorsan Bursa gazetesini de öyle çıkaracaksın!”
“Efendim bendeniz…”
“Üçte iki ek vekalet maaşı alacaksın. Seni
takdir ettiğim için bu görevi veriyorum.”
“Sağ olun efendim ama…”
“Yarın Milli Şefimiz vilayetimize teşrif
edecek, beni mahcup edeyim deme…. Buyurun efendim.”
Başını önündeki kağıtlara eğdi. Konuşma
noktalandı, çıktım.
Dünya başıma yıkılmıştı. Ben edebiyat
heveslisiydim. Uludağ dergisini şöyle böyle çıkartıyordum ama gazetecilikten
hiç anlamazdım, haberin nasıl yazılacağını bile bilmiyordum. Üstelik ertesi
gün
İsmet Paşa geliyor ve gazete 8 sayfa
çıkıyordu.
Gazetenin basıldığı vilayet matbaası
müdürü Ethem Bey beni gülerek karşıladı, tebrik ediyordu. Uludağ dergisi de
aynı matbaada basıldığı için tanışıyorduk.
“Bırak kutlamayı… Ben bu işi dünyada
başaramam. Daha haberin nasıl yazılacağını bile bilmiyorum. Üstelik yarın
Milli Şef geliyor.”
Pertev Bey hoş adamdı.
“Üzüldüğün şeye bak” dedi. Birkaç yıl önce
Bursa’ya Atatürk gelmişti. Rıza Ruşen iyi gazetecidir. Bak, duvarda ipek
üzerine basılmış gazetenin bir örneği duruyor. Al önüne onu. Rastladığın
Atatürk’leri çıkar, yerine İnönü yaz, olsun sana gül gibi olağanüstü sayı.”
Pertev Beyin dediği kadar kolay olmadı ama
biraz alıcı şekilde bakıp bir iki deneme yaptıktan sonra kendime göre bir
haber şablonu yakaladım.
Milli Şef geldi, karşıladık. Haberini
yazdım. Ardından bir başyazı, bir fıkra döşendim. Aldım elime makası,
İstanbul basınından gözümün tuttuğu yazıları kesip kesip uygun başlıklarla
mürettiphaneye gönderdim. Baş mürettip (dizgici) İbrahim Efendi de elindeki
klişeleri geniş geniş kullanacaktı. Eh, bunca emekten sonra gazeteyi
haklamış sayılırdık!
Saate baktım. Gecenin üçü. Bir sigara
yakıp arkama yaslanmıştım ki İbrahim Efendi karşıma dikildi.
“Daha yarım sütun yazı lazım.”
“Sen amanı bilir misin İbrahim Efendi…
Tükendim. Uydur bir şey.”
“Ne uydurması. Yedek yazıları girdik,
girmeyecek ilanları girdik, bütün klişeleri kullandık. Birinci sayfada yarım
sütun boş.”
Düşündüm. Yaşadığımız darlık içinde vali
ile konuşup Milli Şef’imizin vilayetimize teşrifleri münasebetiyle
düşüncelerini sorsaydım herhalde İsmet Paşa aleyhine konuşmayacaktı. Öyleyse
tut ki sordum, tut ki cevapladı. Gecenin o saatinde aklıma ne geldiyse
yazdım. Mürettiphaneye götürüp evimin yolunu tuttum.
Yattım ve hemen uyumuşum. İki üç saat
geçmiş, geçmemiş annem uyandırdı.
“Aman evladım kapıya polis geldi. Sen ne
yaptın gece?”
“Aman anne, ne yapacağım, yazı yazdım.”
Dur şimdi anlarız diye kapıya gittim.
Mahallenin gösterişli polisi Naci. Bana büyük bir özen göstererek saygıyla
selamladı.
“Vali Bey teşriflerinizi rica ediyorlar.”
Uyku sersemi ürktüm. Acaba uydurduğum
beyanata mı kızdı da beni haşlayacak mı? Ama sonuç hiç umurumda değildi. Her
gece sevmediğim bir iş yüzünden uykusuz kalamazdım. Kovarsa kovar.
Huzura çıktım. Durum hiç de düşündüğüm gii
değildi. Valinin yüzü gülüyordu. Kocaman sesiyle:
“Senin iyi gazeteci olacağını biliyordum.
Milli Şefimiz de gazeteyi takdir etti. Seni asaleten bu işe tayin ettim.
Maaşını tam alacaksın. Belediyedeki işinden de aylığın kesilmeyecek, seni
izinli sayacaklar. Hadi yolun açık, kalemin keskin olsun.”
Çıktım. Başıma devlet kuşu konmuş
sayılırdı. Belediyedeki işimden 16 lira alıyordum. Gazeteden 50 geçecekti
elime. 66 lira ile beyler gibi yaşayacaktım.
Ama bu ihsanın sebebi ne?
Bunu günler sonra öğrenecektim. Milli
Şef’in niyeti bir punduna getirip valiyi haşlamak ve görevinden almakmış. Bu
nedenle çevresinde dolanırken valiye pek yüz vermemiş, surat asmış. İnönü,
Sultan Abdülaziz’in yaptırdığı, Temenyeri’ndeki köşkte ağırlanmış. Sabah
kalktığı zaman kahvaltısıyla birlikte günlük gazeteler de gelirmiş. Bursa’ya
İstanbul gazeteleri o zamanlar ikindiye doğru geldiği için bizim gazete tek
tüfek huzura girmiş. İnönü baş sayfada “Sayın valimizin beyanatı” başlığını
görünce almış, okumuş. Bakmış ki vali kendisini yere göğe sığdıramıyor,
biraz yumuşamış. Görevden almaktan vazgeçip valiyi kahvaltıya çağırmış.
Üstelik kendisine beyanatından ötürü teşekkür etmiş.
Vali vermediği beyanattan ötürü makamını
kurtardığını anlayınca buyurmuş.
“Bana İsmet Bozdağ Beyi bulun. Ama
gazetecidir, geç yatmıştır. Uyanınca gelsin.”
Ama bizim cakalı polis Naci “uyanınca
muyanınca” dinler mi, dayanmış bizim kapıya.
Benim gazeteciliğe başlamam böyle oldu.
Koskoca Burs valisini birkaç satırla aslanın ağzından çekip almıştım.
Bir de gazeteden azlim var. Valiyi aslanın
ağzından çekip almıştık ama Bursa’daki saltanatı uzun sürmedi. Milletvekili
seçilince yerine Fazlı Güleç geldi. Bu, Fazlı Beyin ikinci Bursa
valiliğiydi. Makama oturduğu zaman tanışmıştık ama sonra ne ben gittim, ne
de o beni arattı. Gazeteyle ilgilenmiyordu. Doğrusu ben de bundan memnundum.
Bol bol gevezelik edecek zamanım oluyordu.
Biliyorsunuz savaş içindeydik. taşra
gazeteleri haberleri Ankara Radyosu’nun yazdırma servisinden alırdı.
Haberler aynı gün bütün Türkiye’de aynıydı. Günün birinde Alman sefiri Von
Papen’e bir suikast yapıldı. Ankara’da Kızılay civarında yürürken arkasında
bir bomba patlamış, büyükelçiye bir şey olmamış ama patlamanın şiddetinden
yere düşmüştü. Bombayı üzerinde taşıyan adam ölmüş, yaralananlar hastaneye
kaldırılmıştı.
Haberi yazdırma servisi verdi, ben de not
ettim, başlığını yazdım. Mürettiphaneye verip gazeteden ayrıldım. Ertesi
sabah bölge polisi kapıya dayandı.
“Sizi vali bey bekliyor.”
Giderken düşünüyordum, bu davetin
arkasında ne var diye. Parti müfettişlerinin arka çıktığı bir genci gazeteye
tavsiye etmişlerdi. Kendisine köşe yazarlığı ve muhabirlik görevi verdim.
Bir süre sonra istifa etmek gereği bile duymadan ayrılıp gitmişti. Acaba
konu bu muydu? Gazetede çıkan suikast haberi aklıma bile gelmiyordu.
“Beni emretmişsiniz efendim.” Vali bana o
sabah çıkan Bursa gazetesini uzattı:
“Şu suikast haberini oku bakalım”.
Anlamadan gazeteyi elime aldım ve okudum. Bu sefer vali:
“Bir de koyduğunuz başlıkları okuyun!”
Başlıkları okudum ve yüzüne baktım.
“Evet…”
Valinin yanındaki müfettiş gürledi:
“Ne eveti, görmüyor musun? Yazdırma
servisinin haberinde büyükelçi yere düştü diyor, sen yuvarlandı diyorsun.
Aynı şey mi bu? Yarın Almanya Türk devletine, senin gazeten benim
büyükelçime hakaret ediyor, bu ne demektir, diye bir nota verirse devletimiz
ne diyecek?”
Anlamıştım! Parti müfettişi Zühtü
Durukan arka çıktığı genci benim yerime yerleştirmek istiyordu. Böyle sudan
bir olayı büyütüp beni istifaya zorlayacaktı. Ben bu düşüncenin muhasebesini
yaparken sorusunu yeniledi.
“Büyükelçime hakaret ediliyor diye bir
nota gelirse ne cevap vereceğiz?”
Duraksamadan yapıştırdım:
“Ovv… hakkınız var Zühtü Bey. Hata vahim!
Bu kusuru işleyen de bu vehameti idrak etti ve görevinden istifa etti
dersiniz efendim! Müsadenizle”. Karşılık beklemeden kapıdan çıkıp gittim.
Böylece benim tayin ile başlayan
gazeteciliğim istifa ile noktalandı. Bugün 1939’da tayin edildiğimde başına
oturduğum daktilodan hala kopmuş değilim. Meğer Refik Koraltan bana görev
vermiyor, kader çiziyormuş!
Yıldızların Arkası- Beyaz
Arılar (İsmet Bozdağ, Emre Yayınları, 2. baskı, 2007) kitabının
183-189. sayfalarından kısaltarak alınmıştır.
|