|
|
|
Ö. Erhan Yıldızalp
Allah’ın öyle kulları var ki düşünmeye değer, bir yanda alim, bir yanda
zalim, bir yanda karnını zor doyuranlar diğer yanda “yürü ya kulum” denmiş
varlığının hesabını bilemeyenler. Bir tarafta iki lafı üst üste
getiremeyenler, diğer tarafta unutulmayacak eserler bırakanlar. Sanat; ilmi
olsun, bedeni olsun yaradılıştaki özelliğe insanların yaşarken kattıkları
beceriler varsa o kişi kıyamete kadar var olacak eserler bırakır, tarihte
bunları çokça görüyoruz, işte bu kişilerden biri de İsmail Sönmezalp idi.
İsmail Sönmezalp anıt eser konusunda tanıdığım
muhterem birisiydi, kendisini 1955 yılında,
Kazım Baykal’ı tanıdığım Hilmi
Erözdem’in evinde tanımıştım. İsmail Sönmezalp, Bursa
Eski Eserleri Sevenler
Kurumu’nun kuruluşuna katkıda bulunmuş, Yönetim Kurulu’nda görev almış, eski
eserlerin müteahhitliğini yapmış idi. Evi Kavaklı Caddesi'nde, Kavaklı
Cami’nin kuzey yanındaydı, sonra Alaaddin Mahallesi Topraklı Sokakta oturdu.
1975 yılında Bağlarbaşı’nda altında atölyeler, üstünde evi olan yeni bir
bina yaptırdı. 1982 yılından itibaren rahatsızlığı nedeniyle çalışamaz oldu
ve yine Alaaddin Mahallesi’ndeki evine döndü. 1987 yılında vefat etti.
Kavaklı Mahallesi'nden Alaaddin Mahallesi'ne geldiğinde, Topraklı Sokak'ta
tek katlı ve özene bezene yaptırdığı evinde otururken, yan tarafında eski
konak tipi iki katlı diğer evinde ve bu evin bahçesinde atölyeler kurmuştu.
Evin bahçe kapısından girişte sağ tarafta büyükçe bir oda “burası benim
kaptan köşküm” derdi, kendisiyle sohbet ederken bilhassa köşeleri erimiş
çürümüş kitaplar dikkatimi çeker, sorardım bunlar ne kitabı diye ve bana o
kitapları açıp izah ederdi. Osmanlıca, Farsça yazılı bu eski kitaplarda
neler yoktu ki. Bir gün masasının üstünde bir çok kağıtlara çizilmiş
modeller vardı, sorduğumda Hindistan’da bir Mihrace evlenirken babası bir
madalyon hediye etmiş, işte o eski kitaplardan okuyup madalyonu biraz da
hayal gücü ile çiziyordu, ortası şu şekilde, etrafı böyle uzun uzadıya
anlattı ve “ben bunu bir caminin alçıkari penceresinde uygulayacağım” dedi,
nitekim uzunca bir zaman sonra o pencere ile başka pencereler de yapmış,
işte alçıkari pencerelerde model nasıl olurmuş orada gördüm. Evin bahçesi
bir çarşı gibiydi, bir tarafta taş ve ağaç malzemeleri için depo, ayrı ayrı
işler için atölyeleri vardı. Birisi taş oymacılığına ayrılmıştı, çok defa
onun mermerden, şadırvanlar, fıskiyeler, kapı pencere söveleri, merdiven
kupeştelerini tamamen el işçiliği ile yaptığını izlemiştim, bazı zamanlarda
da evinden ağaç işleme sesi duyardım, ağaç işleme atölyesinde hat işleri
için yaptığı levhaların çerçevelerini, yazılarla uyumlu bir şekilde imal
ederdi, alçıkari pencerelerin kalıplarını ölçülerine göre burada yapardı.
Cami, hatta saray kapıları, pencere kapıları kündekari işçiliği ile özene
bezene işlerdi. Taş ve ağaç işçiliklerinde oyma, geçme tekniğini iyi bilen,
bunları yapabilmek için de uygun modeller icat eden biri idi. Evin alt
katındaki odalardan birisi alçıkari pencerelerin alçı dökümüne ayrılmış,
burada kalıplara döktüğü pencereleri diğer odaya taşır, ikinci oda alçı
işleme atölyesi idi, burada oyma, işleme işi tamamlandığında pencereyi üst
kata taşır burada bir odada çok çeşitli renklerle camlar var, penceredeki
modele uygun renkli camları keser yerlerine yerleştirir ve işi tamamlardı.
Burada bazı zamanlar vitray çalışması da yapardı. Tamamlanan işleri depo
olarak ayırdığı odaya taşırdı, siparişlerin tamamlanması ile müşterilerine
teslim ederdi. Alt kat odalardan birisini hat işine ayırmış, ağaç
atölyesinde imal ettiği levhaların yazılarını burada yazar, yaptığı işleri
sipariş üzerine istenilen özellikte yapardı. Eserlerini 1963
yılından itibaren Devlet Tiyatrosu’nun önündeki, Devlet Galerisi’nde
sergilemeye başlamıştı, o yıllarda levhaları beş yüz bin lira ile iki
milyon lira arasında müşteri buluyordu ki, bu miktar para o devirde büyük
para idi, böyle astronomik fiyatlara rağmen levhaları satılmıştı. 1950’li
yıllarda İran Şahı Rıza Pehlevi ve Irak Kralı Faysal’ın saraylarına birçok
işler yaptığını biliyorum. Eğer yanlış hatırlamıyor isem 1955 yılı idi, Irak
Kralı Faysal Bursa’ya gelmiş,
Çelikpalas’ta kalıyordu. Bir akşam Hisar’ın
sokaklarında birçok polisler dolaşıyor, herkes tedirgin olmuştu. Sonra
İsmail ustanın hanımı Zekiye abladan öğrendim ki, Irak Kralı Faysal ile
Başbakanı Nuri Sait Paşa Bursa’ya gelmiş. Başbakan sarayı için bizim ustaya
sipariş vermek istiyormuş, özel arabasını göndermiş ve ustamızı evinden
aldırmış. Çelikpalas'ta görüşmeler sonunda Paşa çok büyük siparişler vermiş.
Siparişleri imal etmeye başlayan İsmail usta, tamamladığı siparişleri hemen
Irak’a göndermişti. Ancak iş bitecek gibi değildi ve 1957 yılı Temmuz ayında
Irak’ta İhtilal oldu. Kral da başbakan da öldürüldü ve siparişlerin bir
kısmı ustanın elinde kaldı ama yine bu mallar fazla beklemeden müşteri
buldu. İsmail usta ile gündüzleri konuşulmaz, ancak
akşam saat 20.00 de evine gittiğimde yaptığı işleri bana gösterir, ondan
sonra bürosunda oturur, sohbet ederdik. Sanatı ruhuna işlemiş olan bu zat,
sanatkârlığın inceliklerini anlata anlata bitiremezdi. Benim en çok merak
ettiğim konu, Bursa’daki anıt eserler idi. Bunlar hakkında bilgi istediğimde
o da Kazım Baykal gibi ciddi ve belgelere göre konuşurdu. İsmail Sönmezalp
Ulu Cami’nin 1950-60 yıllarındaki restorasyonunda müteahhidi idi, orada
yapılan işleri öğrenmek istemiştim. ‘Ulu Cami’nin orta kapısının mermer
işçiliği benim en güzel eserlerimden birisidir’ demişti. Oradaki çalışmaları
görmüştüm. 1402 yılında Yıldırım-Timur savaşında Osmanlı ordusunun uğradığı
bozgundan sonra Timur askeri Bursa’ya gelmiş ve talan girişimde bulunmuşlar,
Ulu Cami’yi de ahır haline getirmişler ve giderlerken de orta kapıda yangın
çıkarmışlar, yangın izleri daha sonra sıvanmış, işte 1950 yılında İsmail
usta buraya yüksek bir iskele kurdu, raspalama yaptı ve yanıklar ortaya
çıktı, her bir taşı ayrı ayrı ölçüp resmini çizdi ve Ulu Caminin arka
bahçesi adeta bir taş işleme atölyesi gibi idi, ustalar modele göre taşları
işliyor, İsmail Usta elinde çizdiği resimlerle, cetvel, kumpas yapılan
işleri kontrol ediyor, beğendiğini kapıya doğru taşıtıyor, beğenmediğine
iste bir tekme vuruyordu. Ne hazindir ki, zamanımızda Ulu Cami’yi tanıtan
rehberler, bu mermer işçiliğinin Ulu Cami’nin ilk yapısından olduğunu
söylüyorlar, çünkü Selçuklu mimarisinin izlerini taşıyan kapının mermerleri,
İsmail Usta’nın ellerinde aynısı olmuştu, bugün dahi orijinalinden ayırmak
mümkün değildir ve Ulu Cami’de daha birçok bilinmeyenler var.
Ulu Cami’nin
1950-60 yıllarında yapılan restorasyonun müteahhidi olan İsmail Sönmezalp,
“Ulu Cami’nin orta kapısının mermer işçiliği benim en güzel eserlerimden
birisidir” demişti.
Benim bugün en çok üzüldüğüm konu, Ulu Cami’yi tanıtanların yaptıkları
yanlışlardır. Mesela Şadırvan’ın yeri hakkındaki nine-papaz hikayeleri
olan saçmalıklar, yapının kuzey cephesinde bir pencerenin kemerinde bulunan
bazı işaretler gösterilerek İslam mabedinin kiliseden döndürüldüğünü
söyleyenler… Bunların aslı nedir, bu gibi birçok bilinmeyenleri Kazım
Baykal’dan ve İsmail Sönmezalp’ten öğrendim, bir başka yazımda onları da
anlatırım. İsmail Sönmezalp, “Ben Alperenlerdenim,
benim ceddim Orhan Gazi devri sarayına dayanıyor, Sultan Murad
Hüdavendigar’ın Çeşnigirbaşısı Paşacık Ağa benim ceddimdir” derdi. Hanımı
Alaaddin Mahallesi’nin Zekiye ablası idi, Zekiye abla ile konuşmak için
dikkatli olmak gerekirdi, tam bir Osmanlı kadını olup çok saygılı birisiydi.
Kendinden küçüklere dahi dikkatle yaklaşır, o güzel Türkçesiyle herkese
saygı, sevgi gösterirdi. Türkçe kadar Osmanlıcayı da okur, yazar, tercüme
ederdi. Bu muhterem insanlar vefat ettiler, amma çok değerli anılar
bıraktılar, mekânları cennet, kabirleri nur dolsun.
Kaynak:
Bursa’da Zaman, sayı 8: 74-76
|