Hasretlik
Bursa
Cumhuriyet Dönemi Bursa Tarihi
|
|
Yavuz Bubik
Ben Bursa’ya 1950’li yılların ilk
yarısında geldim. O günler ilçe nüfusu ancak yüz binleri bulabilen ismi ile
müsemma[1] bu şehir bir yeşil denizi, emekli memurların yerleşim tercihi
yaptıkları, sakin, huzurlu, sağlıklı bir kentti. Yerli halka ilâveten 93
Harbi ardından göçen, batı kültürü ve iş disiplini sahibi Balkan ve Kafkas
kökenli muhacirler, aydın, sivil ve askeri emekliler modern bir flora
oluşturmuştu. Herkes birbirini tanıyamasa bile bir aşinalık bulunur ve
yabancılar hemen fark edilebilirdi. Şehir,
Emirsultan, Yıldırım, Atpazarı, (Dayıoğlu Hamamı mevkii) Demirtaş, Reyhan,
Şehreküstü, Merinos evleri, (Darmstadt Caddesi) Stadyum, Muradiye,
Alacahırka, Maksem, Temenyeri, İpekçilik Enstitüsü, Mollarap, sınırları ile
bir elips çizerdi. Fomara binası, (Santral Garaj civarında) Elektrik
santrali, İpekiş, Merinos fabrikası, Yeni sebze hali, (Günümüzde Bursa
Belediye binası) iskân sahalarını aşıp ovaya uzanmış çıkıntılardı. Yeşil
gibi, Tophane Bahçesi gibi, Çekirge gibi biraz yükseklerden baktığınızda;
kuzeydeki dağlara kadar bütün ova aralarında kırmızı kiremitli damları ve
beyaz minareli köylerin solo yaptıkları, akşam saatlerinde, beyaz- gri ocak
dumanlarının nazlanarak yükseldiği, yeşilin envai tonu ile oluşmuş, tanrısal
bir mozaik pano görünümü sunardı. Şehrin içindeki üç dere, yuvarlaklaşmış
iri çakılların üzerinden yaz günleri bile coşkulu köpüklerle akardı.
Cilimboz
deresi, (Stadyum-Merinos doğrultusunda üstü kapandı) zaman zaman
intihar yeri olarak seçilecek kadar su taşırdı. Mollaarap’tan inip Yeşil
caddesini köprü altından kat ederek Irgandı köprüsü yakınında katılan kolu
ile Gökdere yaz günleri serin serpintiler taşırdı. Evlerin kapı
sundurmalarından asmalar, geniş bahçelerinden yeşillikler, özellikle dut
dalları sarkardı. Bu duvarların ardından, mevsimine göre; ıhlamur kokusu,
şimşir kokusu, incir yaprağı kokusu, koza kokusu, manolya, hanımeli gül
kokusu yayılırdı. Bursa’da sessizliğin kendine has sesi vardı. Pınarbaşı-
Reyhan ekseninde evden eve geçiş yaparak devamlı akan Pınarbaşı Suyu’nun,
köşe başlarındaki sokak çeşmelerinin, (Setbaşında Devrengeç suları vardı)
hırçın derelerin su sesine bülbül şakımaları, gugucuk sedaları, şen çocuk
çığlıkları,
Tophane kulesinin tannan[2] vuruşları, seyyar yoğurtçunun çanı,
sokak satıcılarının melodik haykırışları, Cumhuriyet Caddesinin parke
taşlarından üst mahallelere yükselen yük arabalarının dingil kampanaları,
bakırcılar içinden yankılanan tempolu çekiç darbeleri bu kokularla senkrone
olur, otantik bir senfoni icra ederdi. O kadar ki, mahalle aralarına hatta
Yeşil caddesine kadar yayılmış dokuma fabrikalarından yükselen tezgâh
sesleri gürültü değil, tefe ve taka darbelerini bu senfoniye ritim
tutarmışçasına algılardınız. At arabalarının dingil
kovanları her ustanın demir dövme tarzı ile farklı bir tını verir. Bursa’da
imal edilen bu arabalar allı yeşilli boyanır güçlü bir çift atın ardında
dörder beşer arabalık bir katar oluşturup Anadolu’ya sevk edilirler.
Bursa’yı Eskişehir’e bağlayan Ağa (Ahı) Dağını tırmanırken bu katarlara
rastlanırdı. Bu mahir ustalar karoseri sanayiinin öncüleri oldular. Bugün
Bursa’da otomotiv sanayii varsa bu şeref onlara aittir.
Yaz aylarında okul çocukları önlerindeki tahta tepsilerle sokaklara
dökülürdü. “Abdülvahit Turan, yeni çıkan Yeni Hayat, iki tane beş kuruşa”
kâğıtlara sarılı bu küçük karamelâlar bilmem Turan şekercisinin üretimi mi
idiler? Yine boyunlarına asılı tahta termoslu sandıkçılarda küçük çubuklara
sarılı Sütsal dondurmaları satılırdı. Sanırım Geye dondurmanın ilk ürünleri.
Simitçiler üç bacaklı sehpalarının üzerine oturttukları saç tepsiler
başlarında bağırırlardı “Eskişehir unundan, Devrengeç’in suyundan, yeni
çıktı fırından taze simiiit.” Bir klarnet, bir keman bir macuncudan oluşan
üçlü, melodili dolaşırdı mahalle aralarında. Başta taşınan sekizgen tepsi üç
bacaklı tahta sehpaya oturtulur, sivri külahlı kapağı kalkınca sekiz ayrı
üçgendeki sarı, yeşil, kırmızı, susamlı, fındıklı, karanfilli koyu ağda
meydana çıkar, satıcının ancak iri bir tornavida marifeti ile kopartıp orta
gözden aldığı dut çubuklarına doladığı tatlı lezzet etrafını çevreleyen
çocuk kalabalığına sadece beş-on kuruşa sunulurdu. Müzik yayını ise cabadan.
Dondurmacı; omzundaki ağaç askının bir tarafına takılı, üzeri tertemiz havlu
ile sarılmış küçük fıçı içeresindeki kalaylı, bakır, derin kaptan dövülerek
yassıltılmış kaşıkla aldığı dövme dondurmayı, dengeyi sağlayan, askının öbür
tarafındaki kare prizma camlı dolabın raflarına dizili, renkli külâhlarla
servis yapardı. En üste bir kaşık meyveli koymak kaydı ile o da beş-on
kuruşa. Nane şekercileri daha çok otobüs duraklarında dolaşırdı, yanık
sesleri ile mâniler okuyarak. Ve şerbetçiler temiz, beyaz önlüklerinin
üzerine bellerine bağlı bardak dizili metal kuşak, sırtlarında deri ile
muhafazaya alınmış, ağız kısmı, şakırdayan metal pullarla ve boncuklarla
süslü, parlak pirinç ibriklerden yere eğilerek bir metre kadar aşağıda
tuttukları bardaklara buzlu şerbet akıtırlardı. Mevsimine göre; çilek,
koruk, vişne, karadut, hünnap, demirhindi, limonata. Sol ellerinde
taşıdıkları teneke ibrikteki suyu asgari kullanarak ve fakat gıcırdatarak
yıkadıkları temiz bardaklar içeresinde. Kapalı çarşıda tertemiz kıyafeti ve
bembeyaz sakalı ile bu işi yapan Şerbetçi Hacı vardı ve aynı kılıktaki oğlu
Ahmet, ya da Şerbetçi Niyazi, kocaman güğümleri ile Ayrancı Ahmet Ağa. Kışın
da boza ve salep satan bu adamlar şişelenmiş meşrubat ve Kola’nın ezici
rekabeti ile tarihin derinliklerinde yitip gittiler.
Dışarıdan gelenlere
Uludağ gazozu ikram edilirdi, vilâyetin karşında,
Çınarlı Kahve’nin bitişiğine, İnegöl Köftesi ve mutlaka
İskender Kebabı.
İskender, şimdi de orada olan Atatürk caddesindeki Kebapçı Nurettin’in
dükkânında, Şimdi Vakıflar bankasının bulunduğu yerdeki Tatlıcı Mecit’in
bitişiğindeki tekkenin bahçesine dar bir cepheden dik merdivenlerle inilerek
Hacı Bey’de ya da özellikle Kayhan çarşısındaki Süleyman Efendi’de
yenilirdi. Kayhan Camii’nin yanında ince uzun bir dükkân. Geniş yan camekânı
caminin bahçesine ve şadırvana bakar. Ön cephe bir kapı ve kebap ocağı
kadar. Sürmeli camı yukarı kaldırılmış, sarı pirinçten, süslü tepelikli bir
döner şişi, içinde sıra sıra kömür ateşi dizilmiş, nefis kokular salarak,
yağı damlayarak pişen kuzu eti döner... Yanda ızgara ocağı, pide kuleleri,
raflarda süslü çini tabaklar ve elinde uzun döner bıçağı ile göbekli, gömlek
kolları yarıya kadar sıvanmış, güleç yüzlü Süleyman Usta. Arka cebine
sokulmuş, büyük mendili çıkarır, terini siler, elini uzatır; “Safa
geldiniz.” Yüksek tavanı ahşap oymalı, duvarlar mavi
çivit boyalı, ocağın arka kısmı muşamba perde ile ayrılarak dolma depolu el
yıkama musluğu yapılmış, altışar sekizer kişilik mermer masalar, üstlerinde
bardaklara sokulmuş renkli uçurtma kağıtları, kahve rengi cilalı tonet
sandalyeler, duvarda tonet askılar ve yan yana asılmış manzara resimleri,
dünya güzeli Keriman Hâlis’in taş basma tablosu. Önce Şıra gelir. Sarı metal
kapaklı, yeşil camdan, kiloluk şişelerde kuru üzümden taze sıkılmış, biraz
tatlı, biraz ekşi, biraz kekre, lezzetli bir içecek. Neden sonra küçük
uçurtma kâğıtlarına takılmış çatallar gelir ve asırlar süren bekleme...
Nihayet kebap. Büyüklerinki kayık, uzun tabaklarda, çocuklara yuvarlak.
Küçük pidelerin üzerine özenle dizilmiş dönerler, bonfileler, böbrekler, şiş
kebap ve şiş köfteler, domates dilimleri, kızarmış yeşilbiberler, bir
kenarda patlıcan közlemesi ve dayanılmaz sıcak kebap kokusu... Biraz sonra
garson; “Yağ ver.” Diyecektir. Ocakta kaynamakta olan
koca bir tava mis kokulu keçi yağı uzatılır, sarı köpükleri zıplayarak
tabaklarınıza gezdirilir, kebabın kokusu ve lezzeti bir kat daha artar.
Trafik gürültüsü yoktu, trafik de. Saat başı, Muradiye yolu ile
Emirsultan-Çekirge, yarım saatte bir Çekirge-Yıldırım, daha sonraları
Davutkadı-Çekirge, Belediye önü-Muradiye, İtfaiye–Yıldırım, her çeyrekte
Yeşil- Çekirge seferi yapan kırmızı boyalı Bussig marka
belediye otobüsleri
yeterli idi. Başlangıç duraklarında hareket saatini bekleyen bu otobüslerin
belediye önünde biri Muradiye hattı, biri çekirge hattı yolcularını kuyruğa
sokan demir kulvarlı ana durağı ve üç memurluk idare ofisi bütün kente
yeterdi. Bu bürodan aylık paso da satın alınabilirdi. Yanındaki küçük
bürodan da Mudanya Vapuru için bilet alabilirdik. Belediye otobüslerinde
talebe beş, tam bilet on kuruş ve Çakırhamam önünde otobüse alınmayacak
eşyası olanlar için Çekirge’ye yirmi kuruşa dolmuş yapan biri 1946 model
Opel marka sadece iki araba. Şehirde dolmuş 1960’larda santral garajın
yapımı ile başladı. İnsanlar sağlıklı olduklarından mı yürürlerdi, yoksa
yürüdükleri için mi sağlıklı idiler? Çekirge’de ya da
Karamustafa,
Kaynarca’da gelin hamamına giden mahalle kadınları, kızları bu uzun mesafeyi
bile darbukalar, şarkılar eşliğinde kalabalık guruplar halinde kat
ederlerdi.
Erkek Lisesi, Ticaret lisesi öğrencileri Maksem caddesini değil
de Basak caddesini yeğlerdi.
Kız Lisesi de o yokuşta olduğundan. Necatibey
Kız Enstitüsünün dağılma saati ise Nasuhpaşa Hamamının köşesinde veya Mavi
Köşe Muhallebicisinde beklenirdi. Platonik sevgililerle sadece bakışmak
için. Orta öğrenim kurumları şehrin merkezinde olduğundan
kitap ve
kırtasiyeciler de sadece hükümet civarında toplanmıştı. Şekercioğlu,
Suhulet, Zeki Mumcu, Kitapçı Ali Haydar belki bir iki tane daha.
Sayıları elliyi ancak geçecek kadar özel otomobiller; çiftlik sahiplerine,
ipek fabrikatörlerine, sanayicilere, tüccarlara ve birkaç doktora aitti.
Atatürk Caddesi'nde arzulanan her noktaya park edebilen bu arabaların kimlere
ait olduğu herkesçe bilinirdi. Bir tanesi belediye önünde, bir tanesi
vilâyet önünde üzerleri plâj şemsiyeli beyaz boyalı, varil tipli trafik
noktasında görev yapan polis memurlarına yılbaşı akşamları bu araba
sahiplerince hediye paketleri verilirdi. Trafik polisi kadrosuna taksim
edilecek bu hediyeler üst üste yığılır, güzel bir görünüm arz ederdi. Bazı
sürücülerin zarf içeresinde verdiği nakitler sonraları rüşvet gibi
yorumlanıp bu güzel jest yasaklandı. Yıl boyu kendilerine hizmet sunan ekibe
senede bir defa alenî teşekkürü içeren bu davranışı yasaklamayı takdirinize
sunarım. Adliyenin önünde keşiflere giden taksilerin dışında dört beş
tane de taksi yazıhanesi vardı. Şimdiki İş Bankasının yanında taksici
Fehmi’nin Güven Taksi, Kürt Mehmet’in Bulut Taksi, İnönü Caddesinde Yeni
Taksi,
Tayyare Sineması altında Moda Taksi ve nedense ismi ile değil de
telefon numarası ile anılan Basak Caddesi başındaki 2070. Önlerindeki
çığırtkanlar gün boyu “Yalova’ya vapura, Mudanya, danya, danya.” âvâzı ile
müşteri celp etmeye çalışırdı. Özellikle sabaha karşı Yalova vapuruna gitmek
için yazıhaneye isminizi yazdırmanız yeterdi, herkesin evini bilirdi
şoförler. Moda Taksi ’den Mudanya ve Uludağ otobüsleri
de kalkardı. Deniz modası başlamamıştı, pazar günleri yüzmeye giden gençler
dışında yaz Uludağ’da geçerdi. Dağdaki
kayak evi dışında tek tesis Büyük
oteldi. Beceren; lokantası ve tahta barakaları ile profesyonel konaklamanın
ilk öncüsüdür. Fatma Hanım ve Mehmet Beyin tek kişilik orkestra gibi her
hizmete yetiştiği o günleri çocukları bile bilmezler. Çadırlar, portatif
barakalarla kurulan Arıcılar Kampı, Kılıbıklar Kampı, Öğretmenler Kampı,
Kızılay Kampı ve münferit yerleşimlerde babalar sabah şehre iner akşam
çıkardı erzak çuvalları ile birlikte. Ve bu yükü yıllar boyu Karcı‘nın
Austin otobüsü ve Esat’ın şasisi uzatılmış jeep’i taşıdı. Bütün angaryaları
da Bila bedel, kadirşinas Moda Yazıhanesi. Gündüzleri guruplar halinde,
Zirve’ye, Aras’a, Göller’e Bakacak’a, Dombay çukuruna, yürüyüşler
düzenlenir, gözü yiyenler Softaboğan’da dondurucu suya girer, belki de gün
batımının yer yüzünün en güzellerinden olduğu Belvü’de gurup seyredilir,
otobüsten inecek eşyalı babalar karşılanır, gece de gündüz ki yürüyüş
esnasında toplanmış kuru dallarla kamp ateşi yakılır, şarkılı türkülü
eğlenceler olurdu. Kirazlıyayla Sanatoryumunun
sundurmalı teraslarında battaniyelerine sarılı hastalar güneşlenirdi.
Valiliğin de taştan bir kulübesinin olduğu bu bölgede Fahri’nin iki katlı
ahşap oteli Bursa ve İstanbullu müdavimlerin kaldığı sıcak bir aile yuvası
idi. Dağda kolluk kuvveti yoktu ama asayiş vardı. Açık çadırlar, kapısı
tel ile bağlı barakalardan hırsızlık olduğunu hiç hatırlamam, yabancılar
hemen seçilir, sarhoşluk veya serkeşlikle huzuru bozmaya yeltenenler,
kampçılar veya buradan geçimini sağlayan kişilerce uygun şekilde (!)
cezalandırılır, bir daha tekerrüre cesaret edemezdi.
Ulucami yanındaki Zeytin Han’ın altında
Kamil Koç’un ve Özen’in, İnönü
Caddesindeki Şimdiki Hüzmen Plazanın olduğu yerde Uludağ, karşısında Bosna
Otelinin altında Kütahya’ya Şevelli Otobüslerinin, sonraları Kumbaralı
Saat’in karşısında Ege Otobüslerinin yazıhaneleri ve durakları vardı.
Balıkesir, İzmir, Eskişehir, Ankara’ya gidecekler sabah erken saatlerde
buralardan biner, yolcu geçirenlerin dışında naneci, şerbetçi, simitçi,
gazozcu esnafı ile uğurlanır, ikindi vaktine tesadüf eden dönüş zamanında da
yine aynı takım ve yük arabaları, faytonlar, brıçka[3]’larla karşılanırdı.
Yerli kasa, burunlu, çamurluklarının üzerine monte edilmiş iri farlı,
tamponunun sağ köşesinde kırmızı bez üzerine POSTA flâması taşıyan, tozlu
KOÇ otobüsü, caddeden kıvrılıp Ulucami avlusunun önündeki devâsa çınar
ağaçlarının altına park eder. Arka kapıdan acele inen muavin tahta takozları
yerleştirir, otobüsün arka ortasındaki dar, demir merdivenden dama tırmanır,
demir parmaklıklara bağlanmış urganı çözer, alta yayılıp uçları beceri ile
katlanmış brandayı kaldırır, un gibi ince bir toz bulutu önce havalanıp
sonra başları yukarda bavul bekleyen insanların üzerine çöker. Muavin özenle
yerleştirilmiş, bavulları, sepetleri, denkleri teker teker merdivenden
kaydırarak uzanan sahiplerine dağıtır, en sonra da posta torbalarını indirip
geçerken postaneye bırakmak üzere arka koltuğun üstüne aktarırdı. Bu
seremoni çabucak biter, önce yolcularını almış fayton ve brıçkalar sonra da
otobüs alanı terk eder, yazıhane yine rekor seviyedeki, kır, pala bıyıkları
ile Dayı’ya ve sessizliğe terk edilirdi. Kazalardan gelen otobüsler, İnönü,
Cumhuriyet caddesi ve civarına dağılmış gerçek mâniadaki hanlardan kalkar ve
buralarda park ederdi. Mudanya’ya 125 kuruş, Yalova’ya 300 kuruşa.
Ulucami yanındaki bilet ofisinin önünden kalkan özel otobüsü ile
Devlet Hava
Yolları uçakları on beş lira ücretle günde üç dört sefer İstanbul’a, haftada
bir Ankara’ya uçardı. Bir ara Vecihi Hürkuş’un yedi kişilik, bez kanatlı
uçakları ile İstanbul’a dolmuş yaptığını da hatırlıyorum.
Birkaç yıl evvel seferden kaldırılan
Mudanya treninden geriye metruk
istasyon binaları “Uyan tren bademliye geldi”[4] deyimi ve Demirtaş’tan
Mudanya’ya kadar, esasen yavaş ve dolaşarak yol alan bu katarla, yarış eden
pehlivan enseli, ustura vurulmuş koca kafası ile sempatik meczup Hafız
kalkmıştı. Onun ter damlaları ile kaplı, artistik portresi uzun yıllar Foto
Yıldız’ın vitrinini süsledi. Kış kışlığını yapar,
Bursa’ ya “adam gibi” kar yağardı. Günlerce duran, buza çeken bu karda
geceleri, kadınlı erkekli guruplar İpekçilik Caddesinden, Namazgâh’dan tahta
merdivenlerle kayarlardı. Kuş göçü mevsiminde şehrin en ışıklı mahalli
Heykel’de bıldırcın yağmurlarını, Atatürk caddesinde atlı kızakları
anımsıyorum. Kayak sporu için Uludağ’a çıkanlar tepelere skileri ile yayan
tırmanır, akşam dönüşte şehre kadar kayarak inerlerdi. Kirazlı ile Otel
bölgesinin ortasında yapılmış taş kulübede (Otel gözü) sığınacak olanlara
devamlı yakacak odun bulunurdu ve korumasız bu yapıya kimse zarar vermezdi.
Çarşılar 1958 (24 ağustos Pazar, 2000 civarında iş yeri yandı)
yangınına
kadar arasta düzenini korudular. Çakırhamam karşında faytonların, yük
arabalarının ve oduncularının arasından girip; Bakırcılar, Köfüncüler, Çıra
pazarı, Şekerciler, Sahaflar, Çantacılar, Kavaflar, Kuyumcular, Bezzazlar,
Havlucular, Yorgancılar, Pazaryeri, Bıçakçılar, Demirciler, Sobacılar, Bat
pazarı, Hazır elbiseciler, Keresteciler ünitelerinin orta bölümünde ahşap
kemerli damı ile Kapalıçarşı yer alırdı. Şehre gelen yabancılar için en
cazip ve Bursa ipeklilerinin, havluların, her türlü giyim eşyasının
satıldığı Örtülü Çarşı merkezdi. Bursa’nın kurtuluş bayramı törenlerinde
askeri birlikler ve okullardan sonra bu esnaf temsilcileri de geçit resmine
katılırdı. İmalât işleri ile uğraşanlar süsledikleri kamyonlar üzerinde
sanat gösterisi yapar diğer esnaf gurupları lacivert elbiseleri içinde asker
disiplini ile geçerlerdi. En son olarak da itfaiye arabaları. Doğaldır ki
bütün tören boyunca Belediye Bandosu çalar, cumartesi öğlen ve pazar akşamı
Heykel önündeki bayrak törenini gerçekleştiren emektar bando takımı, Şef
Tatar Halil ve sempatik trampetçisi Mikro Niyazi coşku ile alkışlanırdı.
Çarşının en renkli olduğu dönem Koza Zamanı'dır. Köyler bir yana şehirde de
pek çok ev baharda birkaç paket tohum açar. Her sabah bahçelerden taze
kesilip eşek yükleri ile taşınan dut yaprakları bir odaya yayılır, böcek
tohumları dökülür, sokaklara taşan tatlı bir hışırtı ile filizleri tüketen
bu obur tırtıllar koza sarıp meşakkatli altı haftanın sonunda satıma
gelirler. O zaman koza hanında koza borsası kurulur. Küfeler, sepetler,
bohçalarla evlerden ve köylerden taşınan mahsul erken saatte hanın
kapısından başlayıp çarşının sonuna kadar kuyruk oluşturur. Koza Birlik
yanında ipek fabrikatörlerinin eksperleri avuç, avuç inceler, fiyat
biçerler. Mallar mahşeri kalabalıkta, han avlusunun etrafındaki mağazaların
önlerine gerilmiş bez levhalar altındaki Hacı Resul, İpeker, Yılmazipek,
Sait Ete, Fahri Batıca, Garipoğlu, Kooperatif kantarlarına taşınır. Okul
talebeleri kantarcılık yaparak, kollarında Kızılay bandrolleri ile sepetler
içindeki ezik kozaları ayıklayarak ve tezkere kırarak harçlıklarını
çıkartırlar. Firmalar satın aldıkları mala bir fiş verir ve en erken akşam
saatinde veya ertesi gün ödeme yaparlar. Parasını alıp köye dönme acelesinde
olanlar az bir komisyon karşılığı tezkeresini kırdırır, çocuklar da. Her gün
dönen, küçük bir sermaye ile para kazanırlar. Beygirli, arabalı
nakliyeciler, çarşı hamalları için bereket dönemi olan bu bir iki haftalık
pazarda esnaf ve seyyar satıcıların yüzü güler. Bir aylık zahmetli üretim
kadınların eseri olduğundan teamül gereği bu paraya evin erkekleri dokunmaz,
kadının bir yıllık giyecek masrafı, genç kızların çeyiz hazırlıkları, takı
alımları hep bu paradan karşılanır.
Merinos Fabrikası
kendi içine kapalı sosyal aktiviteler sitesi idi. Elit tabaka ve burjuva
Çelikpalas Otelinde yuvalanır, renkli balolar burada tertiplenirdi. Güzelim
belediye binasının önünü kapatan Dağcılık Kulübü binası (Sonraları nikâh
dairesi oldu) ve çam ağaçlıklı bahçesi özellikle geceleri ailelerin mekânı
idi. Devlet Tiyatrosu olmadan önce
Halk Evi binasının avlusu da benzer
özellikte idi ve tabii ki kırmızı damlı, yeşil bahçeli aşağı mahallelerin,
gerisindeki nihayetsiz ovanın seyredildiği Yeşil Kahvesi ve Tophane Bahçesi.
Esnaf takımı Çakırhamam’daki Kadifeli Kahveye, memurlar, emekliler,
özellikle asker emeklileri işletmecisi Rıdvan Beyin hep büyük ceviz
masasının ardında oturduğu
Mahfel’e, gençler ise Mahfel’in bilardo salonu,
yan aralığındaki, Parmaksız Süleyman’ın işlettiği Akın Spor Lokaline veya
hemen karşında Gökdere üzerine asma balkonlarla uzanmış Ferah
Kıraathanesi’ne (şimdi Kütüphane oldu) devam ederdi. İnsanlar modern
giyinirdi. Erkekler yaz günleri bile ceketli ve kravatlı olur, ceket
yakasına mutlaka okuduğu okulun, icra ettiği sanatın veya mensubu olduğu
kulübün rozetini takarlardı. Bu rozetler, Dağcılık Kulübünün bahçe duvarı
önüne sıralı, süslü sandıklı ayakkabı boyacılarının yanında demir
parmaklıklara yasladığı mukavva panoda her cins rozeti teşhir eden Rozetçi
Cici’den temin edilirdi. Orta yaş sınırı ve üzerindekilerin açık başla
gezmeleri ayıptı. Kışları fötr yazları hasır şapka giyilir, ısmarlama
yapılmış, çift kösele ayakkabılarını gıcırdatarak yürürler, kapalı giyinmek
isteyen hanımlar eşarpla yetinir, modern hanımlar Selçuk Oto Kursu’nun çift
direksiyonlu arabası ile Yeni kaplıca önündeki (8) şeklindeki pistte eğitim
alırdı.
Haşim İşçan’ın valiliği döneminde yapılmış,
Yeni Hastane, karakol binaları, kapalı Pazar yeri, Vali Konağı, Haşim İşçan
ilk okulu (Osmangazi Kaymakamlığı) ile Yenal Pasajı,
Ali Haydar Apartmanı,
Hacı Resul iş hanı ve inşa halindeki Emlâk Bankası, Yeni Postahane (eskisi
Türk Ticaret bankasının yerinde idi.)
İş bankası dışındaki binalar; Cumhuriyet
ilk dönemi resmi binaları, Halkevi, Tayyare Sineması, ve Mimar Kemâlettin
Bey tarzı, yuvarlak balkonlu iki üç katlı apartmanlar geri kalanları da
Ermeni yapımı veya klâsik Türk mimarili çıkmalı, iki-üç katlı, büyük giyotin
pencereli ahşap, yarı kâgir evler ve konaklar sitilini korumakta idi.
Bunlardan Atatürk caddesi üzerinde olanların ilk katları iki üç basamakla
çıkılan dükkânlara dönüşmüştü. Maliye binası ile
Setbaşı Köprüsü arasına açılmış bulunan cadde yeni binalarla dolarken
Şafak
(saray) sinemasında köprüye kavuşan Ünlü Cadde ihtişamını yitirmiş terziler
ve ısmarlama kunduracılara kalmıştı. Atatürk
caddesinde yaz kış akşam saatleri mutlaka tur atılırdı. Daireden çıkmış
memurlar, okul talebeleri, çarşı esnafı, emekliler ve caddenin değişmez
müdavimleri ikili, üçlü guruplar halinde kol kola yürürler, fötr şapkalar
baş yukarısına kadar kaldırılarak selâmlaşılırdı. Piyasaya Yeni
Postanenin köşesinden başlanılır. Önleri vitrin pencereli lobisi ve
kıraathanesi ile Luca Palas Oteli, öğlen saatlerinde müşterilerin önünde
kuyruk olduğu, tek masalık, kuru fasulyeci Adem, kunduracı Refik, İş
bankası, Güven Taksi, Bulut taksi, Hüzmen Zade’nin acentesi, Tatlıcı Nezir,
Saatçi, Gökmener Eczanesi, berber salonu, Gürses Radyo, Kumaşçı İngiliz
Halit, Naci Kurtul’un Güven Sigortası, Hazır Elbiseci, Temizel Lokantası,
yan yana iki terzi dükkânı, Karagöz’ün bânisi Şeyh Küşteri’nin mezarı (Bir
gece içeresinde yok edilerek dükkân yapıldı), Kafkas Pastahanesi, bir saatçi
daha, önünde oturulabilen içerlek muhallebici, Gömlekçi ve her şeyci Şükrü
Tüfekçi, Meraklı Yemişçi, Eczacı Bediha Hanım, soğuk Uludağ gazozu içilen
sigara bayii, Foto Rekor, Eski Postahane ve Hükümet önü, Atatürk Heykeli.
Süreyya Öğünç’ün beyaz eşya mağazası, Orhan Akkök ve Berk mağazaları,
tuhafiyeci, Frigosu ile ünlü Turan Pastahenesi, ayakkabıcı Sabri Türemen, ve
önünde oturulabilen, vişneli dondurması harika Mavi Köşe, Ahmet Tevfik beyin
eczanesi, Dondurmacı Şaban, ve dar Setbaşı Köprüsü (sonradan bir misli
genişletildi ), coşkulu akan dere, kenarındaki alanda mahkûmlara yaptırılmış
voleybol sahası, Mahfel; Demir ayaklı, yuvarlak mermer masaları, demir
sandalyeleri ile çay bahçesi. Kapısında ama gazeteci, bir sıra küçük
dükkanlar, tam karşısında caminin önünde yine sıra dükkanlar. Kuru Kahveci
Nermin Hanım, Karlıova Kitapevi, köşede çapraz kapısı ile muhallebici Şaban,
bitişiğinde tuhafiyeci Süreyya Hanım parke döşeli küçük meydanın ortasında
ihtişamlı bir çınar ağacı ve arkasında ahşap karakol. Tur bu noktada biter
geri dönülürdü. Başlama ve bitim noktalarının dışına katiyen çıkılmazdı.
Karşı kaldırıma ise piyasa niyeti ile asla. Piyasa erbabı o yöne ya ilin tek
çiçeksi (Ruşen) için ya sinemaya bilet almaya ya da Ulucami yanındaki
fırının önünde çınara dayalı camekanı ile meraklı ayakkabı boyacısı Sait’e
geçerdi. Ortası ağaçlıklı
Altıparmak Caddesi, yüksek
setli bahçesinin içindeki beyaz boyalı ahşap mimarisi ile Turing Otel ve
karşı sırada bahçe içindeki şirin köşkte bulunan
Özel İnal-Ertekin okulu ve
bir kaç bina dışında sağlı sollu, iki katlı dar cepheli
Yahudi evleri,
stadyum karşısındaki yine beyaz boyalı ahşap konakta hizmet veren Sigorta
Hastahanesi’nde biterdi. Sonrası yapılmakta olan ikramiye evleri (banka
evleri), at kestanelerinin tepesini kapattığı bulvarlı yol (sonraki yıllarda
yol kenarlarındakiler troleybüs geçirileceği savı ile kesildiler), Vali
konağına kadar boş yeşillikler ve Eşekboğan deresi (Kültür park).
Ağaçlar, gümrah makiler, bahçeler arasında kıvrılarak giden yolun kuzey ve
güney kıyılarında yeşil boşluklar, aralarına kovboy kasabaları gibi tek sıra
serpilmiş binalardan sonra baharda erguvanların bezediği yeşil yamaçlar,
mağrur kavak dizilerinin bekçiliğindeki, pembe- beyaz çiçekli şeftali
bahçeleri başlar ve köylere kadar bir tek dam görülmezdi. Ve buralara bülbül
dinlemeğe gelinirdi. Gazi köşkü, Çelikpalas,
karşısında zarif otobüs durağı ve durağın küçük büfesinde Yeni Kaplıca,
Karamustafa, Kaynarca hamamlarından çıkanlara sunulan nefis ayran. Demirci
İhsan beyin,
Selim Süter’in Tütüncü Fazıl Erman’ın, Urgancılar’ın geniş
bahçe içeresindeki Aslanlı Köşk’ü, nadide ağaçlıklı bahçesi ve havuzu ile
Kükürtlü otel ve kaplıcaları, karşısında bir iki ahşap ev ve Simitçi
Baba’nın gaip türbesi. Orman Okulu, karşısında birkaç ahşap ev daha, durağa
da adını veren, Fahri Batıca’nın kırmızı tuğla bordürlü
Çukur Köşk’ü, Yeni
yapılmış bir çift bahçeli apartman,
Eski Eserler Kurumunca yenilenmiş,
Süleyman Çelebi Türbesi, karakolun karşısında birkaç evlik bir koloni daha
ve Eski Kaplıca’ya sapan köşede başlayan binaları ile Çekirge; şehirden uzak
bir banliyö ve kaplıca bölgesi idi. Özellikle yaz ayları bir başka
olurdu. Romalılar döneminden beri şifa veren büyük havuzlu hamamlar, kimi
konak, kimi otel olarak yapılmış, hepsi banyolu otel olan onlarca ahşap,
oymalı bina. Yine onlarca, özel banyolu, küçük aile otelleri, bir han
kapısından girilircesine tek katlı binanın ardında yükselen yeni Gönlüferah
Oteli, Adapalas, sarp yamacın üzerinden, yaşlı çınarların gölgesinde ova,
günbatımı ve gurubun renklerini yansıtan Nilüfer Deresi peyzajı ile
Hüsnügüzel ve Selvinaz bahçeleri ve hamamları, banyoculara pansiyon veren
yüzlerce ev ve ahşap binası ile Askeri Hastahane. Bu kadar yabancıya hizmet
veren her türden esnaf dükkânı ve yakın köylerden, bahçelerden taze sebze,
meyve, süt getirip satan köylüler. Başkaca bir yol
olmadığından İzmir ve Mudanya yönüne giden bütün araçlar Çekirge’den
geçerdi. Öğlen saatlerinde Mudanya vapurundan gelen otobüs ve kaptıkaçtılar,
isterepenteli[5] dolmuşlar, taksiler Armutlu meydanına yanaşır, arabaların
çevresini pansiyon temin eden, bavul taşıyan çocuk kalabalığı ve gürültüsü
sarardı. Bu kadar yatağa rağmen yer bulamayıp dönenler olurdu. Güneşin
batması ile beraber art arda onlarca fayton çıngıraklı nal sesleri ile
Bursa’dan aldıkları müşterileri meydandan bir tur attırıp geri götürürlerdi.
Hüdâvendigâr Camii’nin bahçesinde Bursa Sergisi kurulurdu.
Muhittin Baha beyin (Pars)
Havuzlu Park’ı yalnız Bursa’nın değil ülkenin tek
tesisi idi o zamanlar. Bir büyük, bir küçük, bir derin atlama havuzunun bir
yanını sıra sıra soyunma kabinleri kaplar, karşı yönde kat kat teraslarla
yükselen büyük arazide çay bahçesinin demir, yuvarlak masa ve
sandalyelerinde oturacak yer bulunmazdı. İkindi vaktinden sonra,
banyocularla nüfusu dörde beşe katlanmış bütün Çekirge’liler ve fayton
fayton, otobüs, otobüs Bursa’dan gelenler yanlarında getirdikleri yiyecek
çıkınlarını açar, yalnız çay bahçesini değil ulu ağaçların gölgelediği,
yapay gölün kenarındaki alana da yayılırlardı. Gölde sandallar dolaşır,
yandaki hayvanat bahçesinin tavşanları ile oynaşılır, semt delikanlıları
yabancı kızlardan iş çıkarırdı. Akşamları çay bahçesinin sahnesinde ünlü
sanatçılar program yapar, geceleri de yapay gölün ortasındaki Ada Gazinosu
geç saatlere kadar çalışırdı. Meydandan Acemler tren istasyonuna kadar olan
yolda tek bina Muhittin Baha beyin Pembe Köşkü ve aşağılardaki un değirmeni.
Bağlar bahçeler arasından yankılanan musiki sesi ile uyuyan Çekirge’liler
sabahları da kuş seslerinin gürültüsü ile uyanırlardı.
Kış gelince sessizlik ve gariplik çökerdi. Kaplıcalar hamam bohçalı
kadınlara, otellerin özel hamamları da evlenme cüzdanı ibraz etmek kaydı ile
çiftlere kalırdı. Önce sanayi ardından iç göç, dış göç
geldi, sonra da yap-satçılar. Eski evlerle beraber sokaklara sarkan erik
ağaçları, dut dalları, şimşir kökleri de moloz kamyonlarına yüklenip
götürüldüler, beraberlerinde tarihi, hatıraları ve yerine konulamayacak
değerleri de. Pınarlar kurudu, sokak çeşmeleri sustular. İnsanlar bazı
değerlerin kıymetini ancak yoklukta anlarlar, sağlık gibi, ömür gibi... Kırk
yılda yok olan bir şehri de şimdi aradığımız gibi.
Gelişim rüzgârları, siyasi çıkarlar, rant hesapları, adamsendecilik, vurdum
duymazlık, plânsızlık, görgüsüzlük, rüşvet, hatır, ilkellik... Suçlu
aramıyorum. Yeşili arıyorum... “Ovada ince yollar”[6] gölgelenmiyor artık.
Ova mı kaldı? Eski kokuları arıyorum, bulamıyorum. Eski tatları da... Baba
dostları; Pınarbaşı’nın ya da Emirsultan’ın uhrevi ikliminde mezar
taşları... Akranlar eksilmiş... Siperini çapkınca yukarı kaldırdığı okul
kasketinin altından sarı perçemi sarkan enstitülü kız, bir avuç büyük hanım
olmuş... Aşinaların pek azı ile sadece cenaze namazlarında karşılaşmak
olası... Atatürk Caddesi aynı genişlikte ama daralmış... Selâmlaşmayan
insanlar şimdi telaşlı yürüyorlar...
[1] Kendisine yaraşır, haline uygun
bir isimle adlandırılan = “YEŞİL BURSA” [2] Tınlayan, çınlayan, güzel ses
veren. [3] Üstü kapalı tek atla çekilen yaylı araba [4] Sabah çok
erken hareket eden tren Bademli köyüne geldiğinde uyuklayan yolcular bu
ifade ile uyandırılırmış. [5] =Sterepente; Binek arabalarında ve
otobüslerde katlanarak açılıp kapatılabilen ve ilâve oturma sağlayan düzen
[6] “Ovada ince yollar gölgeleniyor işte.” ÖMER BEDRETTİN UŞAKLI
http://yavuzbubik.blogspot.com/2019/01/bursada-gecmis-zaman.html
|